Son günlerde deniz salyası haberleri tüm basın yayın organlarında gündemin ilk sıralarını işgal ediyor. İstanbul şehrinin kadim problemidir deniz kirliliği. Burada ataların güzel bir sözünü hatırlatmak istiyorum. “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.” Bunu denize ve İstanbul’a siz kıymetli okuyucularımız uyarlasın artık.
Bizim insanımız bir gariptir. Gözünün içine baka baka yalan söylenir, inanmak gibi bir gaflete düşmekten geri durmaz. Malum İstanbul seçimlerinde verilen sözler, yapılacak olan icraatlar adaylar tarafından televizyon ekranlarında anlatıldı.
Şaibeli, sıkıntılı, karmaşa dolu bir seçim sürecinden geçildi ve ana muhalefet partisi büyük bir şamata ile galibiyetini ilan etti. Onlara göre yenilen tarafta üzüntülerini çeşitli sosyal medya mecralarında günlerce dile getirdiler.
Şimdi kim kazandı, kim kaybetti bunu tartışmayacağım. Ya da yazımı buraya odaklamayacağım. Bu geçmişte kaldı. Önemli olan yapılan icraatlarla verilen sözlerin örtüşmemesi ve gözümüzün içine bakıla bakıla yalan söylenmesine rağmen bir türlü akıllanmayan bizlerin “hakketiniz” diyenlere karşı boynumuzun bükük olması.
Neyi hak ettik, niye hak ettik? O da ayrı bir konu.
Yazımızın konusu Türk siyasetinin yıllardır, tıpkı Marmara denizi gibi salya bırakması. Kimsenin de bundan rahatsız olmaması.
Siyasetçi olmak yalan söylemeyi mi gerektiriyor? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Yani o meydanlara çıkıp, karşısında kendisini dinlemek için toplanmış olan kalabalığa tutmayacağın, (Bakın tutamayacağın demiyorum, tutmayacağın diyerek altını çiziyorum) sözleri vermeyi mi gerektiriyor.
İsimler ya da siyasi partiler üzerinden gitmiyorum. Tüm siyasi partileri ve tüm siyasetçileri kastediyorum. (Tabi herkesi töhmet altında bırakmak abesle iştigaldir. Dürüst, iyi niyetli, samimi olan ama içinde bulunduğu mekanizmanın ağır baskısı ile gerekli şekilde siyaset yapamayan iyi insanları tenzih ediyorum) Bu mudur siyaset yapmak? Vatandaşın varlığını hiçe sayarak sadece ayakta kalabilmek, sadece belli bir dönem işgal ettiği koltuğu ne pahasına olursa olsun korumak ve bir sonraki dönemde bu koltuğun ve çevre imkanlarının sağladığı ranttan yoksun kalmamak için her yolu mubah görmek midir siyaset?
Her fırsatta halka hizmeti ön plana çıkaran siyasetçiler, ne hikmetse yetkiyi ellerine geçirdikleri zaman neden sadece kendi yakınlarına, yandaşlarına, akrabalarına hizmette birinci önceliği verirler. Hani halk, hani vatandaş, hani işçi sınıfının hakları, hani fakir fukaranın durumu?
Galiba bu birazda bizim halk olarak şımarıklığımızın neticesi. Sandıkta cevabını vermeye hazırlandığımız ve icraatlarından hoşlanmadığımız X partisi ya da mensubu belediye başkanı seçime az bir zaman kala, kömür, beyaz eşya, nakit para, ruhsat, rüşvet, irtikap, tutamayacağı sözleri vermek, hallolmamış bir evrak işimizi halletmek ve benzeri çeşitli yollarla yine bizim aklımızı çelip oturduğu koltuğu bırakmamak için mücadele edecek. Adına da siyasi mücadele diyecek. Bizde bunu yutacağız. Evet yutuyoruz. Kızmayın darılmayın ama gerçekten yutuyoruz. Sayısız örnekleri ile her şey ayan ve beyan ortada gün gibi aşikar.
Dünde böyleydi, bugünde böyle kim bilir temiz siyasetçiler gelmediği sürece yarın da böyle olacak.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun güzel bir sözü var. Çok hoşuma gider. Türkiye de yapılan siyasetin ve siyasetle uğraşan siyasetçilerin de kalın harflerle, büyük pankartlara yazdırıp odalarının görünür yerlerine asmalarını ehemmiyetle tavsiye ediyorum.
“Bir saniyesine bile hükmedemediğiniz bir dünya için bu kadar fırıldak olmaya gerek yok”
Kendisini yakından tanıdığım için bu sözünün arkasında ne kadar büyük bir mertlikle ve cesaretle durduğunu da iyi bilirim. Onun üzerinden siyaset yapanlar, ismini, kurduğu gençlik teşkilatını kullanarak her türlü faaliyetlerini onlara yönelik yapanlar, yeri geldiğinde vefasızlığın ve kadir kıymet bilmezliğin en fırıldağını gösterecek kadar da oynak oldular. Buna rağmen o kimseye küsmedi, kırılmadı. Adam gibi durdu bulunduğu her yerde. Sonunda da, kaypak, şeref yoksunu, ahlak düşkünü, kubur faresi gibi ülkesinden kaçan ve kazurat misali onun bunun lağımlarında yaşayan biri ya da birileri tarafından şehid edildi. Mekanı cennet olsun.
Bir tane siyaset adamı tanıdım o da siyaset adamı değil Dava Adamı idi. Davası ise Allah ve Rasulünün ölçülerinde tertemiz bir hayat yaşayarak, halkına, milletine, devletine hizmet etmekti.
İşte siyasetin kirliliği ve salya misali pisliği içinde barındırmadılar, kastı hayat ederek, tekerimize çomak sokma, yolumuza taş koyma diye katlettiler. Dedik ya çıkarları için insan hayatına kastetmekte dahil olmak üzere her yol mubah bunlar için.
Evet Türkiye’de siyasi hayat, siyaset mecrası yıllardır salya akıtıyor. Ortalığı kokutuyor, rahatsız ediyor. Anlaşılan o ki bizim de halk olarak bu kokulara burnumuz alışmış çok da umursamıyoruz. Çıkan her türlü yolsuzluk, irtikap, rüşvet, talan haberlerini sadece okuyup geçiyoruz. Ne doğru dürüst bir tepki koyuyoruz ortaya, ne de hukuki olarak yaptırımı ciddi bir şekilde uygulayabilecek bir sistemin oluşabilmesi için üzerimize düşün vazifeyi yerine getiriyoruz.
Böyle gelmiş böyle gider aman canım bana dokunmayan yılan bin yaşasın.
İşte durumumuz.
İyi de mirim yılan durduğu yerde durmuyor. Kaypak, kaygan. Bana dokunmasa bir başkasına dokunacak. Olmadı gidip birileri ile çiftleşecek yavruları olacak onlar gelip bana ya da yakınlarıma dokunacak. Öyle ya da böyle bu yılan bir şekilde hayatımıza girecek. Değil mi?
Biraz tebessüm ile bitirelim.
Birkaç dönem üst üste hasbel kader meclis mebusluğu yapan zatı muhterem, mecliste olduğu dönemler boyunca hiç konuşmamış, söz almamış, önerge vermemiş. Sessiz sedasız gelmiş, sırasına oturmuş, el kaldırılacaksa kaldırmış, imza atılacaksa atmış öylece maaşını almış yaşamış.
Nihayet yeni seçim dönemine birkaç hafta kala bir gün oturduğu sıradan elinin havaya kalktığını görenler büyük bir hayret ve sevinçle “Aman susun, sayın milletvekili konuşmak istiyor. Söz verin” diye telaşlanmışlar.
Mezkur vekil ayağa kalkarak, büyük bir mahcubiyet içinde tebessüm edip, hemen arka tarafındaki büyük pencereyi gösterip, “Sayın başkan, şu pencereden yel giriyor, cereyan yapıyor, omuzlarım tutuldu, müsaadeniz olursa kapatabilir miyiz?” demiş.
Sağlıcakla kalın efendim.