Gecenin dördünde sallandı dünya. Büyük gürültüler duyuldu çocuk kulaklarında, gümbürtüler döküldü ortalığa kocaman davul sesleri gibi ne olduğunu bile anlayamadan üzerine kapanan bir duvar oldu belki, ya da bir çelik kapı. Biraz erken davranıp kucağına alan babasıyla veya annesiyle koştururken merdiven boşluğunda, inşaat ustasının bir an evvel işi bitirmek kaygısıyla ya da müteahhidin baskısıyla eksik attığı demirden, az kullandığı çimentodan ve zaten tuzlu olan deniz kumundan yıllarca korozyona uğramış duvarı yıkılıverdi üstlerine.
İrileşmiş gözlerle sağa ve sola bakmaya çalıştı ama hala gözlerine toz toprak doluyor ve açamıyordu. Sımsıkı yummuştu gözlerini ve günlerce açmayacaktı. Babasına ya da annesine seslendi, hemen yanı başında idi babası, kolunu hissediyordu annesinin. Dokundu dokunabildiği kadar ama soğuk, buz gibi soğuktu yüzü, eli, omuzu, kolu. Sesi de çıkmıyordu. Demek ölüm dedikleri buydu.
Karanlık, yıkılan duvar, uçuşan ve göze dolan toz toprak sonra… sessizlik. Derin bir uğultu, çok derin bir uğultu, çok daha derin bir uğultu ve sessizlik. Adına ne derseniz deyin bir çocuğun korkunun yer ettiği kalbine sekineyi anlatamaz, hissettiremezsiniz o anda. Karanlığa bürünmüştür.
Evlerinde, sıcacık yataklarında, mışıl mışıl uyurken bir anda sıcacık yuvaları soğuk beton yığınlarına dönüveriyor.
Kırkbeş saniye, tam kırkbeş saniye.
Dün akşam yatarken o akşamın son akşamları olduğunu bilmeden yataklarına girdiler. Belki romatizmaları ağrıyordu annemin, dizlerinde sıkıntı vardı. Birkaç ay önce devlet hasta hanesinde taktırdığı platinler sıkıntı veriyordu. Alışacaksın demişti doktor, alışacaktı ama zaman kalmadı alışmaya. Platinleri ile birlikte gömülüverdi enkazın altına. Tüm ağrıları diniverdi birden bire.
Belki yeni evlenmişlerdi, kim bilir, bir haftamı olmuştu o güzel düğün olalı, tatlı bir hatıra olarak fotoğraf karelerinde el kaldırıp oynadıkları anlar ölümsüzleştirilmişti adeta. Kamera görüntülerini alacaktı. Düğün fotoğrafçısı montajı ve temizlenmesi yaklaşık bir hafta sürer abi. Bir hafta sonra gel al demişti. Yarın oraya gidecek düğün videosunu alacak, eşiyle, annesiyle, babasıyla seyredecekti. Takılan takıları çekmesini söylemişti özellikle annesi. Kim ne getirdi görelim ki bizde onlara zamanı gelince karşılık verelim diye.
Şimdi soğuk betonun altında kim bilir kaç metre derinlikte, kaç ton enkaz yığının dibinde gözlerinden sakındıkları çeyrekler, liralar, paralar, darmadağın olmuştu, umutları gibi, sevgileri gibi sevinçleri gibi, hayalleri gibi.
Yer yüzü silkindi. Utancından mı, kahrından mı, hicabından mı olduğunu kimsenin bilmediği bir halle silkindi. Korktu belki yeryüzü, artık yeter demek istedi belki. Bu kadar haksızlığa artık yeter. Ben dayanamıyorum deyip içinde biriktirdiği öfkesini patlatıverdi. Üzerimde bu kadar pervasızca yürüyenlerden irrite oluyorum dedi belki de izin istedi ve silkindi.
Kürenin tamamına göre küçük, Türkiyenin tamamına göre çok büyük bir alan. Etkilenen alanın büyüklüğü bir milyon iki yüz bin kilometre kare. On bir şehir, yüzlerce kasaba, yüzlerce köy. Yaklaşık onbeş milyon insan. Otuz beş binden fazla ölü, elli binden fazla yaralı, milyonlarca mağdur.
Sadece kırk beş saniye.
Dünya yüzündeki deprem Kahramanmaraşta oldu. Peki ruhlarımızdaki depremin farkına vardık mı? Hala imanla kavgalıyız, hala kalplerimizle kavgalıyız, hala dinle kavgalıyız, hala insanlıkla kavgalıyız, hala insanla kavgalıyız, hala kendimizle kavgalıyız.
Yıllarca çalışıp biriktirdiği, nihayet aldığı evinde huzurla oturmak üzere hazırlıklar yaptığı, sevincini sevdikleri ile, akrabaları ile, dostları ile paylaştığı akşamın sabahında, hem arabasını, hem yeni aldığı evini, hem çocuklarını, hem akrabalarını, hem dostlarını, hem komşularını, hem tanımadığı insanları aynı anda kaybediverdi.
Kapısını hırsla ve sinirle çalmıştı kiracısının. Açılan kapıya doğru bağırmıştı tüm öfkesiyle. Kardeşim yan daire şu kadar paraya oturuyor. Ya zam ya çık evimden. Kiracı da öfkelenmiş, yapamam arkadaş o kadar kazanmıyorum insaf et. Daha dün şu kadar paraya oturuyordum. İki gün içinde bu kadar zam olur mu yahu sen Müslüman değil misin? Benim Müslümanlığım sanamı kalmış ulan. Ödeyemiyorsan çık evimden.
Ve kırkbeş saniye sonra!...
Ne kiraya vereceği, ne kirasına zam isteyeceği ne de kira gelirleriyle yeni baştan tanzim edip düzenlediği ve karısının istediği gibi mutfak dolaplarından yatak odasındaki tavan süslemelerine kadar yeniden elden geçirttiği evi kalmıştı. Artık şu kadar evin sahibi olan falanca bey olarak göğsünü kabartarak yürüyebileceği sokakları da yok olmuştu. Şimdi sığınabileceği birkaç metre çadırın gelmesini dört gözle bekliyor, o gelinceye kadar sığındığı, yıkılmayan ve inancının sorgulandığı dinin ibadet merkezi olan camide, kirasına zam yapmak için yüzüne bağırdığı kiracısıyla karşı karşıya oturuyordu.
Evet tam kırkbeş saniye.
Sosyal medya çalkalandı. Şovmenler sahaya doldu, siyasiler akın etti. Enkaz yığınlarının önünde fotoğraflar çekildi, beyanatlar verildi, ortalık karıştırıldı, karıştılan ortalıktan kan emici embesiller, vampirler, yarasalar, sürüngenler, alçaklar, şerefsizler, haysiyetsizler, dinsizler, imansızlar, vicdansızlar, ahlaksızlar, iz’ansızlar, insanlıktan nasibini almamışlar, beslendiler… beslendiler… beslendiler…
Pişkin pişkin “Ben seferberlik ilan ettim, bizimkilere söyledim, gönderdiler” diyor. Bizimkiler diyerek toplumu böldüğünün, insanları ötekileştirdiğinin, bir bizimkiler var, bir sizinkiler var, bir de ötekiler var diyerek fransiyonel bir ayrımcılık yaptığının farkında değil. Yok yok düzeltiyorum. Aslında farkında. Biliyor ve bilerek yapıyor. Çünkü kinle besleniyor, ruhunu kinle dinlendiriyor. Toplumu sizciler, sizinkiler, bizciler bizimkiler diye ayırarak beslenen bu haysiyetsizler ölmeyeceklerini düşünüyorlar galiba…
Kırk beş saniyeniz var unutmayın. Tam kırk beş saniyelik bir ömrünüz var. Pervasızca çiğnediğiniz toprak bir gün artık yeter deyip büyük bir gürültüyle harekete geçiverirse o vakit sizinkiler acaba ne yapabilecek. Kendi canlarının derdine düşüp sizi bırakacaklarmı. Peki ya bizimkiler ne yapacak? Onlarda kendi canlarının derdine düşüp bizi bırakacaklarmı. İşte buna bütün gönlümle hayır diyeceğim. Çünkü görüyorsunuz. Herkes çekildi enkaz alanından, asrın depreminin olduğu yerden şovlarını yapanlar yine sıcak yataklarına, klimalı odalarına, kaloriferli dairelerine gittiler. Orada yine bizimkiler, anadolunun yürekli insanları, imanlı gençleri, yiğit yürekli arslan parçaları kaldı. Sadece insana değil, orada yaşayan her canlıya el uzatan, imanlı kalpleriyle her canlının yanında olup onun acısını paylaşan, karnını doyuran, yarasını saran bizimkiler kaldı.
Yani sizin habire düşmanlık ettiğiniz, her fırsatta lağım misali pisliğin aktığı ağzınızdan hakaretler yağdırdığınız, inançsızlığınızı, yüzünüze yaşantılarıyla vurdukları için nefret ettiğiniz ve nefretinizi kustuğunuz saf, temiz, tertemiz Müslümanlar kaldı.
Çünkü biz merhametliyiz, çünkü bizim Allah’a olan inancımız hamdolsun çok kuvvetli.
İşte bu iman kuvvetiyle orada hala çalışan, koşturan, uykusuz kalan, yardım elini çekmeyen bizimkiler, sizinkilere de yardım ediyor, biz sizler gibi ötelemiyor, ötekileştirmiyoruz onu da söyleyeyim. Hem de büyük bir samimiyetle. Hiç ayırım yapmadan, mütebessim bir çehre, kalpten bir şefkat ve sadece Allah rızası için. Evet evet sizin gibi rant, titr, imaj, takipçi kasmak için değil, ya da desinler diye değil,
Sadece Allah rızası için.
İşte sizinkilerle, bizimkilerin farkı. Çok şükür.