Mustafa Kemal, Gençliğe Hitabe’sinin bir yerinde şöyle der;
“… Memleket dahilindeki iktidar sahipleri, şahsi emellerini müstevlilerin (yani istilacıların, iç ve dış düşmanların) siyasi emellerine tevhid etmiş olabilirler.”
Gerçekten ileri görüşlü bir liderin söylediği bu sözü, biz şu anda bizatihi yaşıyor, görüyor ve şahit oluyoruz.
İktidar sahipleri derken lütfen yanlış anlamayın sadece o günkü mevcut hükümet kastedilmiyor. Elinde iktidar olan, güç olan, kitleleri arkasından sürükleyen herkes kastediliyor. Bu da çok önemli bir tespit.
Şimdi memleketin dahiline ve haricine bakıyoruz, öyle çok güç sahibi ve öyle çok müstevli var ki. İçimizden ve dışımızdan üzerimizde oynanan istila oyunları hiç bitmiyor, hiç tükenmiyor.
Vakti zamanında memleketin birinde hayli varlıklı, bir o kadar da şımarık ve bencil bir karaktere sahip olan genç bir adam yaşarmış. Bu genç adam sarayının yanında, küçük eski ve yıkık bir kulubede yaşayan ailenin kızına gönlünü kaptırmış.
Onu baştan çıkarmak ve kendisine ram etmek için türlü oyunlara girmiş, nihayet emeline nail olmuş. Ancak genç kızın güzelliği adamı büyülemiş ve önceleri sadece oyun ve eğlenceden ibaret gördüğü bu ilişkisi daha sonra tutkulu bir aşka dönüşmüş.
Eşine bir hediye yaptırmak istemiş. Çok kıymetli ve avuç içi iriliğinde bir zümrüt taşın üzerine inançları gereği sürekli kullandıkları haç işaretini (istavroz şeklini) kazıtmak, içini de elmas parçaları ile süsletip pırıl pırıl bir kolye haline getirmek istemiş.
Ülkenin en usta elmas yontucularını bulmuş. Aynı şehirde yaşayan bu ustaları sarayına davet etmiş. Zümrüt taşını hepsine göstermiş. Tüm ustalar, bütün maharetlerini kullanarak taşı incelemişler ve nihayet hepsinin ortak kararını ustaların ustası olarak gördükleri, hepsinin saygı duyduğu yaşlı elmas yontucu şöyle özetlemiş.
“Efendim bu taş çok değerli. Türünün nadide bir örneği ama çok ince hassas bir damar yapısına sahip. Yanlış bir yerine vurulacak minik bir darbe dahi bu taşın tüm değerini kaybetmesine sebebiyet verir. Burada bulunanlardan hiç birisi bu taşa herhangi bir işlem yapmaktan kaçınmaktadır.”
Adam üzülmüş ama araştırmalarını bırakmamış. Nihayet sevdiği arkadaşlarından birisi İstanbul’da kapalı çarşı da çok büyük bir ustanın olduğunu ve bu işi çok kolaylıkla yapabilecek kadar geniş bir bilgiye sahip olduğunu anlatmış. Bizim genç zengin üşenmemiş, varmış İstanbul’a, kapalı çarşının kapısına.
Arkadaşının verdiği adresi bulup dükkandan içeriye girdiği zaman şaşkınlığı hayli artmış. Çünkü salaş, küçük ve loş bir ışıkla aydınlatılmış basit bir tamirci dükkanıymış. Zengin beyzade büyük bir sükse ile dükkandan içeri girmiş, isteğini ustaya anlatmış.
Usta çok da dikkat etmeden müşterisinin isteğini dinledikten sonra dükkanın diğer köşesinde bir tezgahın başında bir şeylerle uğraşmakta olan ablak yüzlü, kel kafalı bir kalfaya seslenmiş.
“Lan sümüklü, al şunu, üstüne inceden bir haç işareti çiz, şu elmasları da yerleştir içine. Çabuk ol oğlum çabuk müşteri bekliyor.”
Delikanlı ustasının elinden zümrüt taşını almış, çok da özenti göstermeden tezgahının başına oturmuş, kısa süre içinde istenen işi yaparak ustasına getirip “Olmuşmu” diye göstermiş.
Usta incelemiş ve “tamam git hadi” diyerek geri göndermiş.
Beyzade yapılan işin basitliğini, çabukluğunu ve işi yapanın umarsızlığını görünce şok geçirircesine şaşırmış ve “Yahu arkadaş, dünyanın en usta elmas yontucularına gösterdim bu zümrütü. Onlar el sürmeye bile cesaret edemediler. Henüz on sekiz yaşında bile görünmeyen şu genç bu işi ne kadar da ustalıkla yaptı. Demek ki ustaların ustası bu gençmiş” diye duygularını dile getirince, dükkan sahibi aynen şunları söylemiş.
“Hayır beyzadem, bu çocuğun adı bu arastada halt yedi başıdır. Elindeki taşın ne kadar büyük bir kıymette olduğunu bilmediği için eli titremedi ve istemiş olduğunuz haç işaretini çiziverdi. Elmasları da içine oturttu. O kadar”
Siyaset bir sorumluluk ve liyakat işidir. Ancak günümüzde bu sorumluluğu üstlenebilecek ve liyakatli siyasetçilerin azlığı gerçekten insanı üzüyor. Çünkü milleti temsil etmek adına büyük millet meclisine gitmek ve seçilebilmek için, seçim döneminde her türlü vaadi verenlerin, seçilip meclise girdikten sonra ilk unuttukları şey yine millet oluyor maalesef. Ne kadar acı bir durum.
Dün bir dostumla güneydoğuyu biraz irdeledik. Benim asla kabul etmediğim Kürt kardeşlerimin durumu ile ilgili bir tespitte bulundu. Kendilerine gösterilen en küçük bir ilgiye bile kayıtsız kalmayan Kürt kardeşlerimin duyarlılığına atıfta bulunduk. Ve şöyle söyledi, “Zamanında o bölgeye yatırımlar yapılsaydı, halka değer verilseydi acaba bugün bu problemler yaşanır, toplumlar arasında bu ayrılıklar meydana gelir miydi? Terör belası bu kadar büyür müydü?”
Çok doğru.
Büyük Erzincan depreminde yakınlarını, evini, barkını kaybetmiş acılı bir ana büyük bir çaresizlik içinde dönemin devlet başkanı milli şef diye ifade edilen ama millilikten çok uzak reisi cumhurun önünde duruyor ve yardım istiyor. Fotoğrafı dikkatle incelediğimiz zaman mezkur şahsın yüzündeki kibir ifadesi, tavrındaki lakaydilik, duruşundaki ciddiyetsizlik ve olayın vehametine karşı gösterdiği duyarsızlık gerçekten insanın içini sızlatıyor ve rahatsız ediyor.
İşte bu yöneticiler yüzünden bu ülkenin ekonomisi, siyaseti, toplum hayatı yüzyıl daha geriye gidilmiş, bir türlü onların çıkmayı vaad ettikleri, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar papağan gibi ezberlettikleri medeni muasır devletler seviyesine bir türlü çıkamamışız. Hangi medeniyet, hangi asırda birlikte yaşamak bu da ayrı bir tartışma konusu.
Bunun böyle olmasında biraz da bizim yani içinde yaşadığımız, mensubu olduğumuz cemiyetin suçu var. Çünkü asli vazifeleri olmasına rağmen yaptıkları en küçük bir başarıyı bile abartarak tüm topluma maleden, bu siyasilerin çevresinde hep var olan şakşakçıların abartılı tavırları, konuşmaları, duruşları neticesi değil midir bu durumun yaşanması.
Çok basit bir işi bile beceremeyecek kadar basiretsiz olan, iki kelimeyi bir araya getiremeyecek kadar cahil, halkından uzak, nereye gittiğini bilmeyen, hangi meydanda kime konuştuğunu bile ayırd edemeyerek Tokatta sevgili Şırnaklılar, Antalyada kıymetli Karslılar, Konya da muhterem Bosnalılar diyecek kadar vatan coğrafyasına yabancı siyasileri şişirip, pohpohlayıp adam sınıfına sokanlar yine seçmenleri değil midir?
Yönetmek, idare etmek, idarecilik yapmak ayrı ve çok önemli bir meziyettir. Her şey de olduğu gibi bilhassa yöneticilik ve idarecilikte, liderlikte hiç ummadığınız bir kişinin tepe noktasına çıkmasının temelinde yine cemiyetin aymazlığı ve şımarıklığı vardır. Küçük bir işi başardığı halde onu göklere çıkaran, överek, pohpohlayarak onu şımartan yine bu cemiyet değil midir?
Dün ihanet ettiğini bildiğimiz halde, bugün meydanlara çıkıp gözümüzün içine baka baka yalan söylediğine şahit olduğumuz halde, söylediği yalanların yatsıya bile varmadan ortaya çıktığına millet olarak tanıklık ettiğimiz halde hala birilerinin peşinden gidecek kadar gözü kör, kulağı sağır ve ne dediğini bilmeyen bir cemiyet haline gelmedik mi?
İşte bu yüzden ülkemizde siyaset yapmak gerçekten çok zor. Hele de dürüst siyaset yapmak çok daha zor.
Çünkü siyasetçilerimizin hepsi şu önemli hususu unutmuş durumdalar.
Yalanla iman bir arada aynı kalpte barınmaz. Yalan girerse o kalpten iman devenin haykırarak çılgınca koşması gibi kaçar. İmanın olmadığı kalpte merhamet olmaz. Merhameti olmayandan ise inanılması gereken tüm değerlere ihanet başta olmak üzere her şey beklenir vesselam.
Yusuf Duru