SİYAH KUĞU..
Dünya kurulduğundan bu yana, eskimeyen konular, eskimeyen anılar, eskimeyen ACILAR vardır. evet bayım;
siz içkinizi zevkle yudumlarken, hüzün kokan yüreklerin, buz kestiği bir zaman diliminde, düzenin çarklarına sıkışan, katrana bulanmış bir küçük kuğu tanıdım ben.
O bir siyah kuğu, Adı çocuk, adı Halep, adı Ümran. O ürpermiş, o nazenin kimsesiz yüzüne baksaydınız, Alemlerin rabbi yüce Allah'ın ayetlerinden gökkuşağını bulacaktınız eminim ama bakmadınız. Unutmayınız ki bir insanı sahici kılan gözlerinin şeklinden çok bakışlarıdır.
Adı DOĞU TÜRKİSTAN ,Adı SURİYE, Adı BEYRUT, Adı LÜBNAN, Adı PAKİSTAN, Adı AZERBAYCAN,
Meğer ki, ceylan gözlü çocuğun yüreği rengarenk ebemkuşağı bezeliymiş, dünya görmedi, biz görmedik siz görmediniz.!!
“Ümran “Uygarlık, ilerleme, refah ve mutluluk bayındır demekmiş. Hani bize anlattığınız masallarda “ bayındır” şehirler her zaman mutlu insanların yaşadığı yerlerdi.! Yanıldınız - yanıltınız. Şimdilerde,YERYÜZÜ - GÖKYÜZÜ birbirine karışmış her yer karanlık, her yer gökyüzü barut kokuyor. Bir zamanlar denizlerin mavisi insanları heyecanlandırırdı. Bir zamanlar toprak yalnız onurlu insanlar için meyve verirdi. Bir zamanlar Tiran'lar ülkeleri şovence işgal etmemiş, yürekler köleleştirilmemişti. Hüzün mevsiminde hazan yemiş, buz gibi bir eylül sabahı, düne dair ne varsa dinozorların ayakları altında ezilmiş, hüzünler çığlık çığlığa tutunacak bir dal arıyordu. Sonik bir patlama sonrası Ümran çoçuk, masumluğun derin ışığında, hani çocuklar annelerini çağırır ya korkunca, ama o yapayalnız bir başına oturuyordu tahtırevanda.
Toz içinde kalan bedeni ve dehşete uğramış yüz ifadesiyle donakalmış öylece duruyor, alnından akan kanları istemsizce etrafa sürerken, yüzünde hayata dair menevişler oynaşıyor, dışarda gökyüzü karanlık, gökyüzü ağlıyordu. Aynı gökkubbede bir yerde, Tiran'lar kadehlerini şerefe kaldırıyor, kahkahalar eşliğinde, içkilerini yudumluyorlardı. Onlar irin dolu kadehlerden keyifle yudumlarken, insanlığın merhamet damarlarında mayınlar patlamış, kan revan içinde kalan bir yürek tüm dünyanın hafızasına kazınmıştı. Onun adı çocuk, onun adı İntifada, onu adı Ümrandı ..
"Doğunun Kraliçesi" Halep, mana itibarıyla “ süt veren” demek olsada, Halep şehri, yol - kervan, Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a uzanan yolların birbirine kavuştuğu nokta, sefer demekti, sefer ise savaş- Ordu- asker demekti..
Yüzyıllar boyunca sayısız ordular gelip geçmişti Halep’ten belki binlerce kez saldırıya maruz kalmış -tahrip edilmiş, yağmalanmıştı Halep ama hiç bir dönemde bu kadar zulmün kucağında boğazlanmamıştı.
Şimdi viran bu şehir .
Oysa, bu şehir de rengarenk ipekler dokunurdu zarifçe okşansın diye. Ezan sesleri kainatı titretirdi. Ruhlarına şifa arayan insanlar Zekeriya Aleyhisselamın türbesini ziyaret eder, dualarını Alemlerin Rabb'ine iletmesi için ricada bulunurlardı. Telkariler işlenir, yeni gelinlerin odaları süslenirdi. Mis gibi kokan sabunlar çekmece'lerde saklanır, rayihası şehri kuşatır, fıstıklı tatlılar, canı gönülden misafirlere ikram edilirdi .
Ama şimdi, bu şehirde rüzgarlar delicesine esiyor, ayrılıklar kurşun gibi ağır, yollar mayın tarlası gibi zehirli " kayşani " duvarlar yürekler gibi paramparça delik deşik, kurşunlanmış bedenlerin şimşekleri patlıyordu gökyüzünde.
Göçmen kuşlar şehri çoktan terk etmişler, havada keskin bir ölüm kokusu vardı.
“Gök boş, nereye bağlasam atımı ? “ demiş şair. Göz yaşlarım akarken yüreğimden, “hani atlar özgürdü ve gem vurulamazdı “ diyemedim.
Ama bir çocuk tanıdım ben, adı Ümran adı hasret , adı varoluş kavgası...
Aylardan Ağustos, aylardan hüzün aylardan " İntifada " aylardan şiir...
Şiirler gözlerini, şarkılar saçlarını söyleyemedi, türküler susmuş, gök ağlıyordu ince ince.
Kül rengi düşler havada uçarken, bombaların uçuşmasından bahsetmeyeceğim hiç..
Gözyaşı şişeleri kırılmış, tüm acılar, acun'u aleme seyrüsefer eylemişlerdi. Can kırıntılarını yazmak için kalemşörlerin tetikte beklediklerinden de bahsetmeyeceğim. Bu donmuş yürekli gri şehrin, bir zaman'lar aşkları vardı, aşıkları vardı. Kerem ile Aslı'nın aşkıyla tutuşmuş, sevda külleri ile yeşermiş Halep de, şimdi yürekler zûlmün ateş'iyle yakılıp kül edildi. Nineler, Binbir Gece masallarını anlatırken torunlarına, bombalarla yağmalanan şehrin adıydı Ümran.
Eskilerde, bu kadim topraklara bardaktan boşanırcasına yağardı yağmurlar, şimdi gül kurusu zindan misali gecelerin koynunda, şehir ağlıyordu. Tankların ayak izlerinin gürültüsünde yüreklere kör kurşunlar yağıyor, ayrılıklar kurşundan bile ağırdı. Can yakıcı her solukta, canhıraş ağıtların tınısı yankılanıyor, melül yüreklerden kan damlıyor, kalemlerden kağıtlara Ümran süzülüyor, Ümran yazılıyor, yazılıyor hiç durmadan yazılıyordu.. Dünyanın kasvetli duvarlarını yakan gölgeler altında, gecenin sancısı tüm kainatı kuşatmışken, zaman durmuş merhamet kırıntılarını henüz kaybetmemiş yürekler ağlıyor, köze dönüşmüş yitik bedenler, çaresizlikten tir tir titriyor, istemsizce üşüyordu.
Sözde hümanist zevat, parçalanmış yüreklerin yalnızlık eşiğinde yalpalarken, yüreklere kepenkler inmiş, kirpiklere prangalar vurulmuş, diller " bana ne " dercesine lâl olmuş, hümanizm ölmüştü.
Müstehzi sırıtmalar gizlensin diye, ağlayan maskeler takıldı yüzlere ve insanlık bilerek, isteyerek sırtını döndü bu şehre. Mankurtlaşmış beyinlerle sadece seyrediyorlardı.
Aşık Ömer'in "İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri" diye
söylediği beyit ,
s/onsuzluğun gurbetin de ağlıyordu için için.
Yağmurlar da ağlıyordu, oysa eskiden yağmurlar yağar güller açar, mis gibi kokular intişar ederdi koskoca şehre. Artık, yalnız iklimlerin kurşunlanmış şehrinde, yüreklerin şimşekleri çakıyordu gökyüzünde.
Şimdiler de bu şehrin adı Ümran, adı hüzün, adı İntifada..
Bir gün balıkçılar uzak denizlerden döndüğünde, rüzgâr daha uykudayken, uykusuz tayfaların, göçebe karanlıklara düşen ışık huzmecikleriyle aydınlanan yorgun gölgelerinin, sabaha uyanması gibi bahara uyanacaktı bu koca şehir.
Gün gelecek tüm dünya bu şehre, adı Ümrandı, adı Halepdi , adı varoluştu diyecekler.
Egoları zirve yapmış, ben merkezli güruhlar, sürmeli mahzun gözleri, şiir kokan kanlı parmakları, Ümran'ı fark edemediler. Beyinler işgal altında, beyinler kölelik zincirlerini, kendi EGO’ları uğruna, haritadan seçtikleri ülkelere fırlatıyorlardı pervasızca.
Aklı put, bedeni totem olmuş, jokey güdümlü yarış atlarını yalnızca izliyorduk zamanın hipodromlarında.
Alkışlar kopuyordu yeryüzünde. Emperyalist güruhlar sevinç çığlıkları arasında, CEHENNEM'e doğru yol alırken, tedavülden kalkmış barışa dair, yalan sözcükler suya düşen kırmızı bir çizgi gibi tılsımını yitirmişti.
Sonra, sabır adına birkaç mısra takılıyor dilimize, biraz Mevlana’dan, biraz Fuzuli'den, biraz Yesevi'den, biraz Yunus Emre’den, biraz Akif'ten.
Gri bulutların yüreğinden birkaç harf düşüyor toprağa, kirpikler ıslak gözler kelepçeli. Avrupa zilletler topluluğunun çıplak ayaklı dağınık saçlı, saray düşesleri, sahi onlar hiç ana olmamışlar mıydı? Sızlamaz mıydı yürekleri. Sonra pespaye takvim sayfalarına inat aklın ve vicdanın isyanı çarparken duvarlara, gecenin kapıları ard arda kapanıyor, sahte hayaller bir bir boğuluyor, kılıçlar yeniden bileniyor ve ben bulutlara uçan kuşlar çiziyor, avazım çıktığı gibi bağırıyorum;
" KORKMA ” diyorum, “korkma çocuk , şimdi dimdik ayağa kalk ve senden çocukluğunu çalmak isteyenlere inat yönünü bul ve gülümse özgürlüğe!
Çünkü, ben sana sevgiyi ,atlıkarıncaları, oyun kurmayı, tekrardan GÜVENMEYİ, dua etmeyi,her şeye rağmen gülümsemeyi, öğreteceğim çocuk korkma..."
'' Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Hâlbuki bozulmayan planlar yaparak (kurulan ya da kurulacak olan düzenleri boşa çıkarmak) yalnızca Allah'a aittir. O, herkesin ne yaptığını bilir. İnkârcılar da dünya yurdunun sonunun kime ait olduğunu bileceklerdir.''
( Ra’d Suresi / 42. Ayet )
( Ümran bebeğin nezdinde, tüm savaş mağduru çocuklara ithaf olunur..)
Gül Gülasem ATEŞ