RÜYA BEKÇİLERİ..!
Efendim kimilerine göre öykü yazmak, başlı başına bir iddiadır. Kimilerine görede akıl sınırlarını zorlayan rüyaların kağıda yansımasıdır.
Nefes almadan bir solukta okuyacağınız kurgusal olmayan, gerçeğin taa kendisi geçmişin ayak izlerini sürerek, samimi duygularla bezenmiş örgü kapısını size açıyorum.
Gündüzleri güneşin parlak ışıkları gözlerini alınca, geri isteyen ve güneşi örten bulutları bile eleştiren , haksızlığa, zalime zûlme başkaldıran, korkularına inat karanlığa meydan okuyan insanlar vardır.
Bir zamanlar ben evet ben; şımarık ve inatçı bir genç kız, ben Çav Bella dinleyen bir partizan. Biraz komünist biraz burjuva. Kimseyi ezmeyen ama ezilmeyen aristokrat, Jüpiter hayranı bir denizkızı. Hem yağmurlu hava, hem ışıl ışıl güneş, hem bulut, hem de ay. Mevsimlerden biraz güz, biraz yaz. Vadideki don vurmuş zambakların yaprakları kadar hem gri, hem yeşil , hem de biraz mavi ama sağanak yağmur yüklü notalardan oluşan, müzikal bir candım. Sonsuzluğun ötesine özlem duyarken , ötelerin ötesi kavramını beynim de henüz çözememiştim. Rüyalarımı hep ipek kozası gibi örülen şatolara benzetirdim. İçindeki prenses asi, güçlü ama duygusal. Konuşmayı ve yazmayı da çok severdim.
Bizim eve çok yakın kurulan semt pazarından ellerin de fileyle dönen teyzelere hep yardım eder içimden derdim ki; yardım edene yardım edilir. O zamanlar merhamet edene, yerler ve gökler de merhamet eder diye bir cümleyi duymamış -öğrenmemiştim !
Sessiz bir gölün kıyısında ekinoks yaşarsanız eğer bu sizin için olağan üstü bir hatıra olacaktır. Dünya üzerinde yaşayan insanların çoğunun bu tabiat harikası oluşumdan haberdar olduklarını hiç sanmam. Velev ki olduğunu kabul edelim, bu sayı bir elin parmaklarını geçmez .
Rahmetli canım babaannem her zaman bana “ yavrum senin yüreğin kelebek gibi naif ve güzel “ derdi. Selanik göçmeni asil kadın masmavi gözleri, bembeyaz çehresiyle o kadar güzel bir yürekti ki; ben ona hep
“ pamuk şekerim “ derdim. Babaannemin tesbitleri gibi sanırım kelebek gibi naif, balonlar gibi rengarenk, bir kedi gibi de asi bir candım.
( Yazlık Açık hava sineması ..)
Eskiden oturduğumuz mahalle sımsıcacık ve neşe doluydu. Yaz gecelerinde üst sokağımızda bulunan Aydın açık hava sinemasının sesleri mahalleyi çınlatır adeta radyo tiyatrosu dinler gibi herkes seslere kulak kesilirdi.Rahmetli büyükbabamın arkadaşına ait olan Süreyya Sineması Aydınlıkevlerin tek kapalı sinemasıydı. Yıllarca tek bir kuruş dahi ödemeden tüm filimleri seyretmiştik. Yeni gösterime giren flimlerin galaları yapılır ve tüm mahalle sinemanın dış kapısında kuyruklar oluştururdu. Hiç unutmam, SÜREYYA SİNEMASINDA namı değer '' AYŞECİK '' Zeynep Değirmencioğlu'nun oynadığı Pamuk prenses ve Yedi cücelerin galası yapılmıştı. Yediğim PATLAMIŞ MISIRIN çürük dişimi attığı tekmeyle galayı diş ağrısından kıvrana kıvrana izlemiştim.
Efendim değerli sanatçımız YILMAZ ERDOĞAN' da bizim mahallenin çocuklarındandır. Bir üst sokağımızda oturuyorlardı. O zaman mahalleler sıcak sımsıcaktı. Küçükesat - Çukurambar -Balgat -Keçiören şimdinin popüler mahalleleri tarla, yayla, bağlık bahçelikti.
Kısacası Ankara - Aydınlıkevler çocuğu olmak bir ayrıcalıktır.. ( Burada gülümsüyoruz ..)
(Aydınlıkevler SÜREYYA SİNEMASI..)
(Aydınlıkevler KARDEŞLER EKMEK FIRINI..)
O vakitler yaşadığımız zaman diliminin adı ESKİ TÜRKİYE'YDİ. Madem tozlu takvim yapraklarını araladık, birazcıkta Ekonomik krizin, maddi manevi yoksulluğun ve kaosun eksik olmadığı metrelerce uzayan kuyruklardanda bahsetmek istiyorum. Efendim eski Türkiye de hasta olmak hastaneye tedavi olmak için gitmek insanı çileden çıkarırdı. Fırınların, tüpçülerin önünde, hatta Et Balık Kurumunun önünde bile uzun kuyruklar oluşur, insanlar bu kuyrukları zevkli hale getirmek için yanlarında mutlaka kuru yemiş taşırlardı. Yemişlerden en popüler olanı Ay çekirdeğiydi. Çıt çıt çıtlatılır, istemsizce kabuklar yerlere atılırdı. Sinemanın hemen arkasında, bizim eve de çok yakın şu an Altınparkın olduğu arazide Amerikan golf kulubü bulunuyordu.
( Şu an Aydınlıkevlerin sırtlarında olan Altınpark'ın bulunduğu arazide, Hüseyin Gazi Dağı manzarasında, Amerikan Golf Kulübü, 40'lı yıllar. )
O zamanlar Kulübün arazisi tellerle çevriliydi. Burası başkentin göbeğinde AMERİKA tarafından işgal edilmiş bir toprak parçasıydı..Tellerin kopan yerlerinden araziye girer, etrafa savrulmuş golf toplarını arar bulur arkadaşlarla kendi aramız da golf oynardık. Kulübün olduğu yer, yüzlerce dönümden oluşan bakir bir alandı. Muhteşem görünümlü rengarenk kır çiçekleri dört bir yanı, şovence işgal etmişlerdi, hem de topsuz tüfeksiz. Ben papatyaları çok severdim özgürlüğün simgesi gibi gelirdi. Onlarda bu sevgimi karşılıksız bırakmazlardı. O zamanlar ruh halim bambaşkaydı. Zannederdim ki, ben gülünce şehir gülüyor, ağladığımda kediler de ağlıyordu. Çocuktum işte, masumdum ben öyle sanıyordum. İlkokula giderken annem bana hemen unutacağım, büyüyünce etkisi altında kalmayacağım masallar anlatırdı. Bende korkularımı masallar da bıraktım ve bir daha da onları almaya gitmedim.
Dün geçti, yarın muamma, önemli olan anı yaşamak diye öğretmişlerdi bize. İnsan ayaklarını toprağa basınca kendisini sakin ve huzurlu hisseder ya keşke her zaman böyle hissetse !
Bilirsiniz gece insanları bir gecede, iki gündüzü yaşar ve düşlerler. Bende geceleri kitap okumayı çok severdim. Bir de yıldızlardan yorganı olan baykuşlara çok özenirdim. Benimde yıldızlardan yorganım olsa diye hep hayıflanmışımdır.. Sezar ismini verdiğim, bembeyaz bir kedim, fındık kabuğunu kıskandıracak parlaklıkta tüylerle kaplı bir Sincabım vardı. Kedimin mırıltıları hiç kesilmezdi. Babaannem onlar Alemlerin Rabbini zikrediyorlar derdi. Ben ise müstehzi bir gülüşle " hmm derdim. Çünkü o Zaman'lar ben hiç / hiçliğin karanlığında kaybolmuş bir bireydim.
Sevgili kedim " Sezar " geceleri benim gibi RÜYA BEKÇİLİĞİ yapar, gündüzleri uyurdu. Sincabım da kedim gibi sımsıcacık bir candı. Onun bizimle yaşamasına o kadar çok alışmıştık ki evimize canlılık getirmişti..
Her Cumartesi sokağımıza kurulan semt pazarına Sincabımla gider, en sevdiği kuruyemişlerden alırdım. Benim odamda ki masanın üzerinde, her zaman bir kaç çift kitap, yanında da annemle babamın siyah beyaz gençlik resimleri arzı endam ederdi. Yatağımın tam karşı duvarın da ağlayan çocuk tablosu annemle babama gıptayla bakar gibi duruyordu. Küçük amcamın Jawa marka motosiklet'i vardı. Benim için motosiklet'e binmek , bisiklete binmekten daha zevkliydi. Bazı komşular '' kızlar motosiklet'e binmez '' deseler de ben onlara kulak asmazdım.
Magazin mecmuası alırdı annem. O zamanlar dergiye mecmua deniyordu. Renkli resimli reklamlar, Yeşilçam sinemasından, Holywood dan haberler vardı. Derginin kapağında her zaman tam boy artist resimleri olurdu. İç sayfalar da bulmaca, karikatür, moda ve gezi yazıları, fotoromanlar yer alıyor, annem ve arkadaşları her hafta bu dergiye mutlaka ulaşıyorlardı. Annelerden sıra kalırsa biz çocuklar da dergiyi merakla okuyorduk.
...... Ve her sabah güneş doğar, sonra yine gece olurdu. Bazı geceler sessizlik konuşur, aynalar susardı. Sonsuzluğun hazin özlemi, dağınık hislerimi kıskıvrak yakalar odam da çıt çıkmazdı. Yine güneş her zaman ki görkemiyle biiznillah doğar, bir sonraki geceye kadar insanlara umut aşılardı.
Biz çocukken; amatörce futbol oynamak oldukça zevkli bir yandan da eziyetliydi. Sokaklarda tek kale maç yapmak oldukça popülerdi. Çim sahalar henüz mahalleler de boy göstermemişti. Sular düzenli akmaz, sık sık elektrik ve su kesintileri yapılırdı. Bizim zamanımızda klimalı otobüsler , metrolar yoktu ama erkek çocukların faniladan bozma formaları şortları vardı. hepsi fedakar annelerin el emeği göz nuruydu. Sakızdan çıkan artist ve futbolcu resimleri özenle biriktirilirdi. O zamanlar hayallerimiz, umutlarımız, hatta uğruna ölümün bile göze alındığı ideallerimiz vardı.. Yürek ısıtan sımsıcacık sağlam dostluklar kurulurdu. Evimizde çayımız, ekmeğimiz, şekerimiz hatta yoğurdumuz bittiğin de ödünç isteyebileceğimiz komşularımız, vaz geçmediğimiz aşklarımız vardı..
Sonra ben ve hayallerim genişleyip büyüdükçe, hayatımda ve ruhumda ifade etmekte zorlandığım, eksik olan bir şeyler olduğunu hissetmeye başladım.
Aslında kendimi bildim bileli, okumaya , araştırmaya karşı ilgim sonsuz boyuttaydı. Evrenin oluşumu, uzay yolculukları, ay ve güneş tutulmaları müthiş ilgimi çekerdi. İlkokul da, Musul ve Kerkük sınırına derin hendekler kazıp petrolleri kendi sınırlarımız içine akıtmayı bile ciddi ciddi planlamıştım.
( İşte biz bu sahte kahramanlarla büyüdük . Yani KÜLTÜR EMPERYALİZMİ..! )
Geçenler de okuduğum bir macera romanında, gece uykusuzları rüya bekçisidir / sokak lambalarının nöbetçisidir diye öğrenmiştim. Birileri pervasızca her şeyi tüketirken, geceyi uykusuz geçirenler, gölge biriktirirler derdi babam. Gecenin kabuslarını, zehirlerini gün ışığının temizlediğini söyleyenlerde vardı.Gece ve gündüz, birbirinin ayıplarını örten, her zaman birlikte hareket eden iki can arkadaş iki yoldaş ..
Bazı şeyleri zamana bırakmak sanırım, direnmenin, gözleri kör eden gerçekleri örtmenin en iyi yoluydu. Kelimeleri köpürten fırtınanın etkisine aldırmadan, üfleyince uçan kimliksiz sayfalara geçiş yapıyordu insanlar.
Ben ve yüreğim kainatın sahibinin mesajlarını henüz keşfetmemiş, inançsızlık çizgisinde yalpalayan bi çareydim. İşte öylesine, öylesine yaşadığım gece yalnızlıklarımda, benim bakışlarım buluttan oluyor kirpiklerime hüzün prangaları vuruluyordu. Sahipsizliğin girdabı içinde yüreğimi avuçlarımın arasında ovalayıp ağlıyordum için için..
Hayatımda her şey mükemmel görünsede içimde bir boşluk olduğunun farkındaydım. Gözyaşlarıma mavi şemsiyeler açmak , umut dolu yarınlar yaşamak istiyordum.
Burası Başkent Ankara. Ben ve tüm kent insanları, şehri ve hayatı tanıma telaşı içinde bocalarken gri sisler çökmüştü gökyüzünden yüreklere. Koşmak istiyor hatta kaçmak istiyordum zaman zaman. Ama bu hislerimi ertelemeyi başarıyordum. Zamanla yarışırken çekilmiş fotoğraflarım albümleri süsleyeli yıllar olmuştu.
Albümler kaçmak istediğiniz ve özlem duygularınızın depreştiği durumlarda içinde gölleri nehirleri, çağlayanları, gök kuşaklarını yakaladığımız gizemli bir romandır.
Zaman vardı veya yoktu. Zaman belki de sevdalinkaların doğurgan sözcükleri arasında sıkışıp kalmış fantezilerdi.. Belki de denizcilerin hayallerini süsleyen deniz kızlarının uçma tutkusu gibi, geminin direğine asılı kalmış bir yelpaze, belleğin kafesinde tutuklu kalan maviyle yeşilin raksı, belki de çabuk büyümek için kum saatine ufak tefek dokunuşlarla müdahale edilen andı..
Ve biz zamanı tanımlamakdan aciz, zamansız çocuklar hep baharı beklerdik alev alev yanan yeşil denizlerde…
Sonra bir yaz günü üzerime lapa, lapa mavi yağdı, hem de bütün gün. Hava birazcık ısınır gibi olunca kar yağmura dönüştü. Umut yağmaya devam etti hoyratça. Islanmadan yürümeyeceksek eğer yağmurlar niye vardır der şair. Bende şemsiyemi açmadım ve rahmet yağmuruyla sırılsıklam ıslandım. Mavi umuttu, mavi sevdaydı, mavi aşktı. Bir aşkı mucizeyle, hiç olmadık anda , hayal bile edemiyeceğim bir yerde, fikirlerime ters düşen ama sonsuzluğun sahibinin mesajlarına ulaştıracak hayatıma damga vuracak ela gözlü bir yüreğe rastlayacaktım istemsizce. İşte o zaman yağmur sağanak sağanak yağmış bende sırılsıklam ISLANMIŞTIM. Hırçın yürek denizim durulmuş, ütopik kumdan şatolarım bir bir yıkılmaya başlamıştı. Şimdi hakikat güneşinin ışıkları etkisiyle yüreğim sımsıcak olmuş, içimde ki boşluk dolmuştu. Artık kalb ibremi sûkuta bağlamalı ve Lâl olmalıydım.
MUCİZE gibi manevi bir silkinmenin ardından, radikal aydınlanmanın ışığında “zihinsel devrim yapacak hiçlikten kurtulacak gerçek anlamda ben olacaktım. Denizler sakinleşecek dalgalar sûkut bulacak, gökkuşağı rengarenk flamalar gibi, gökyüzünde salınacak ve yüreğim kainata yayılan mesajları kolayca alacak, başımı Hakka ram edecek mistik zamanlara, İbrahim'i davetin adresi Menzilime yelken açacaktım.…
''Kim de âhiret hayatını ister ve bir mü’min olarak bütün gücüyle onu kazanmaya çalışırsa, işte bunların çalışmaları Hak katında kabul görüp güzel karşılık bulur.''
( İsrâ Sûresi / 19. Ayet )
Gül Gülasem ATEŞ