×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Gül Gülasem ATEŞ

MUHAMMED MUSTAFA (sav )..

                                  

MUHAMMED MUSTAFA (Aleyhissalatu Vesselam )..

  Bir kaç yıl  önce yüreklere şefkati enjekte eden  bir filmle tanışmıştım. Suriyeli mülteci  çocukların hayatlarından esinlenip senaryolaştırılan, Şanlıurfa da yaşayan bir grup YETİM çocuğun hikayesinin konu edildiği, rüzgarda savrulmuş fidanların, kendi hayat hikayelerinin baş rol oyunculuğunu üstlendikleri filmin adı BIRAKMA BENİ ..
Ülkemizin Sivil toplum kuruluşlarından, BEŞİR DERNEĞİNİN  katkıları ile yönetmenliğini ve senaristliğini Cannes ödüllü Bosnalı yönetmen Aida Begiç'in Üstlendiği, hiç bir etnik filtre yapmadan, idealize edici aktarımı  ile son zamanların en gerçekçi yüreksel senaryosuyla, ülkemizde ve tüm dünyada ses getiren Bırakma Beni (Never Leave Me) 2019 Akademi Ödülleri için Bosna Hersek'in Oscar Adayı olmuş, sosyal içerikli, yüreksel dokunuşlarla kayda alınan sinema filmini izlemek için can atıyordum..
Seslerin ve suretlerin çığlıkları içinde, kimsesiz çıplak kalabalığı bulmak için, bir yılı aşkın süren titiz bir  araştırma sonrası ekibiyle birlikte, canla - başla çalışarak   bir filme imza atmıştı Bosnalı Aida Begiç.

                                                                                                               https://encrypted-tbn0.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcTycuW41pznY4lNpywfR1pDN09B6VZwEk3aPf2LZUvPvUEj_pKQBi6iO5F0Bgl1ef_ewY8&usqp=CAU
Usta yönetmenin insanın özüne ulaşmak için seçtiği hikaye örgüleri, kullandığı özel mekânlar, hatta oyuncular bile öylesine gerçekti ki, hayatların şipşak kayıt altına alındığını anlıyorsunuz. 
Aida Begiç, o da bir yetimdi. Bir röportajında “Ben de Saraybosna’da savaş sırasında kuşatma altında yaşadım. 20 küsur yıl önce o çocuklarla aynı kaderi paylaşıyordum” demişti.
Her nerede yaşanıyor olursa olsun, yeryüzünün yeşiliyle, gökyüzünün mavisinin insanlığa küsmesi, kara benekli kuşların, petrol karası! rengine bürünen çiçeklerin, kızıllığını çoktan yitirmiş kirli sarı bir güneşin altında, savaşın küllerinden çırpınarak kurtulan yetim çocukların yürek yangınları, YETİM’in ne demek olduğu yüreklerde hissedilemiyor, ağaçlarda asılı kalmış acılar  paylaşılamıyor, tabiki doğal olarakta yetimlerle manevi bir bağ kurulamıyordu.
Evet YETİM ne demek bizlerde unutmuştuk - unutturuldu. “ Bırakma Beni ” filmini sinemada izleyince anlamıştım ki,  bu dünyanın keşmekeşi içinde,  bir yara bir insanlık dramıydı YETİM OLMAK.  Aslında yetim sadece annesiz babasız kalmak değildir.Yetim bu dünya keşmekeşinin içinde İMANSIZ ahiret yurdunda şefaatsiz kalmaktır.
Yüreklere materyalist felsefeyle, kör düğüm atılan ahir zaman kuşağında, poyraz yemiş, çiğ kokulu sabahlara yalın ayak uyanan, ağlamaktan şişmiş gözlere, gönül gözüyle bakınca, rotasız can kırıntıları,  yüreklerimize kör bıçak gibi saplanmıştı.
İşte böylesine gerçek,  böylesine acı bir dramayı sinema salonunda izlemek, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bambaşka bir duygu. 
▪️Filmi izledikten sonra yüreğimde Peygamber efendimizin Muhammed Mustafa’nın da yetim olduğu, yaşadığı belde de gördüğü zulmler sonrası HİCRET etmek zorunda bırakılmış olduğu  düşüncesi hasıl oldu.
1442 yıl öncesinde, Kureyşli müşriklerin, Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı artınca,  Resûl-i Kibriyâ Efendimiz  (sav) ve İslam diniyle şereflenen  müslümanlar Medine’ye hicret eder. Şehire o zamana kadar  “ YESRİB ” nahoş - hoş olmayan kınanan yer denirken, Peygamber efendimiz (Aleyhissalatu Vesselam), hicretinden önce adını değiştirerek ona, MEDİNE -  Tâbe/Taybe (güzel, hoş yer) diyerek beldeyi şereflendirmiş, hastalıklar yurdu olan bu şehir, efendimizin ( sav) hicretiyle tüm insanlığa şifa yurdu olmuştu. 

                                                                          
Evet “ O” Muhammed Mustafa’da (sav ) hicret etmişti, tıpkı Suriyeli ve tüm mülteci kardeşlerimizin zulümden uzaklaşarak, sükunete hicret ettiği gibi..
▪️”Sinemadan çıkalı birkaç saat geçmesine rağmen,  hala filmin  etkisinden kurtulamamış, cezbe halinde hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. AVM ‘nin Otoparkına bıraktığım arabamı alarak eve doğru yola koyuldum. Günlerden pazar, hafta sonu olması  sebebiyle yollar bom boştu,  kısa sürede eve varmıştım. Anahtarımla kapıyı açıp direk odama geçtim. Alelacele üzerimi değiştirip yatağıma uzandığımda, hala filmin tesiri altında yüreğim paramparçaydı. 
Kendimce filmin kritiğini yaparken, YAKAZA halinden kopup,  uyku alemine geçmişim ki, gece yarısı  kan - ter içinde yatağımdan fırlayarak kalktım. Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Bilinçsizce pencereye doğru yönelip camdan dışarıya baktım. Zaman mekan ortadan kalkmış, kapkaranlık gecenin içinde, nereden çıktığını anlayamadığım bir ışık, gündüzün mimarı güneşin  ziyasını bile kıskandırarak, milyon yıllık yaşlı dünyanın  sanki tüm karesini - kainatı kuşatmıştı. Evet zaman yırtılmış, kara delikler kapana sıkışmış, tanımlanması mümkün olmayan olağanüstü bir durum yaşıyordum. 
Zulmet kalkmış, buram buram, rahmet kokuyordu tüm evren. Yastığa başımı koyup gözlerimi sıkıca kapatmak istesem de, gözlerim kendiliğinden açılı - verdi. Sanki birisi tarafından izleniyormuşum gibi tüylerim diken diken olurken,  istemsizce başımı kaldırdım, birde ne göreyim, pencerenin sağındaki duvarda,  koskoca bir kitap bana bakıyordu.. 
Aman Allahım gözlerime inanamıyorum, kitap kendisine yöneldiğimi hissetmiş, kumsallardaki çakıl taşlarının geceleri çıkarttığı hışırtıyla kapağını açı-vermişti. Kalbim güm güm atıyor, elim ayağım titriyor, bayılacak gibi, korkuyla karışık heyecan içindeydim. Boğazım düğümleniyor gibi oldu,  yutkundum. Işık hızıyla kendimi toparladığım da yazılar, resimler yavaş yavaş akıyor, sayfalar zarifçe,  ardı ardına tek tek açılıyor, ben ise gözlerimi kırpmadan, soluk dahi almadan okuyor - okuyordum. 
Keşke bir kalemim defterim olsada bu gördüklerimi  kaydetsem diye düşünürken, ömrü hayatımda hiç görmediğim bir kalem ve defter  kuş tüyü misali  kucağıma düştü. Şaşkınlığımı çarçabuk üzerimden atıp,  geçmişin benimle buluşmasının her karesini şimşek hızıyla deftere yazıyor muyum yoksa ben düşünürken kalem kendiliğinden kağıda belleğime kaydedilenleri aktarıyor muydu,  bilemedim. 
Gördüklerim karşısında allak bullak olmuş, yüreğimin üşümesinden zangır zangır titrerken, binlerce yıl öncesinin Mezopotamyasında bulmuştum kendimi. 
Tarih kitaplarından öğrenmiştim, buralar, Antik Yunancada iki ırmak arasındaki bölge diye anılan, Ortadoğu’da Beyt Nahrin yani Nehirler ülkesi olarak bilinen bereketli topraklardı. 
Birden kendimi Sasani imparatoru Kisranın sarayında buluverdim. ( Haşa) Tanrıça İştar’ın kölesi  onlarca kahin ve müneccim,  imparator Kisra’yı gördüğü rüyanın labirentinden çıkarmak için kafa kafaya verip tartışırken, derin uykuda olan Medâyin şehrinde korkunç bir ses duyuldu, ardından şiddetli bir sarsıntı oldu. DÜNYA zangır zangır TİTREMİŞ, gök delinmiş, yer yarılmış, havada uçup toprağa gömülürken insanlar, yerle bir olurken, evler sokaklar, ben dışarıda yüksek bir tepenin üzerinde kuş bakışı  herşeyi görüyordum..
 Önce, İmparator Kisra'nın yirmi iki burçtan oluşan  sarayının on dört burcu çatırdayıp,  büyük bir gürültüyle çöktü.

                                        

Akabin de bin yıldan beri  yanan ölümsüz ateşgedeler söndü. Semâve vadisini, gerdanlık gibi saran Diclenin kutsal suları, göz açıp kapayıncaya kadar gözü dönmüş bir piton yılanı gibi Semave şehrini yutuverdi. Tüm ülke sular altında kalırken, her şey bir anda olup bitmişti. Ardından kendimi yatağımda oturur halde  bulmuştum.  Komidinin üzerindeki sürahiden,  bir bardak su doldurdum, öylesine susamıştım ki, suyu nefes almadan bir çırpıda içi- verdim. Yaşadıklarımı tefekkür ederken, yokuş aşağı denize inen bir sokağın,  göz alabildiğine genişleyen  maviye ulaşması gibi, maviye boyanmıştım. Derince nefes alıp gözlerimi kapatıyordum ki, duvardaki kitap yeniden parladı, sayfa açıldığında, şimdi Mekkede Kâbe’nin içindeydim. Sıra sıra dizilmiş putlar yüzüstü yere yıkıldı. Çıkan gürültünün ardından Kâbe’nin etrafındaki insanlar korku ve şaşkınlıkla hemen bodoslama içeri daldılar. Gördükleri manzaraya bir anlam veremediler.

                                                           
Herkesin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Şaşkınlığı geçen bir kaç kişi Kabe’den çıkıp panik içinde oradan oraya koşturmaya başladılar. 
O sırada Kâbe’nin yakınında bulunan Kureyş kabile reis-i Haşim oğullarından Abdulmuttalib’in kulağında bir ses yankılandı. “Şu anda oğlun Abdullah’ın bir çocuğu dünyaya geldi. Onun varlığı alemlere rahmettir. Çocuğun adını MUHAMMED koy..” 
 Peygamber efendimizin ( sav) dedesi Abdulmuttalip, Allah’ın birliğine inanan ömrünün sonuna kadar asla puta tapmamış, Hazreti İbrahim’in (as) diniyle amel edip, Kâbe’nin hizmetini yapmakta olan bir hanif’di. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de haber verilen Fil Vak'ası'nda, Kâbe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ile müzakerelerde bulunarak, Kâbe'nin sahibi olan Allah’ın mutlaka Kâbeyi koruyacağını ona hatırlatmıştı. Aldığı manevi duyum üzerine Dede Abdulmuttalib, 
gözlerinden bardaktan boşanırcasına akan yaşları önemsemeden, oğlunun evine doğru hızlı adımlarla ilerlerken, Kâbe’de devrilen putları çoktan unutmuştu. 
O sırada, Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık çığlığa koşuyor, “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi...” diyerek var gücüyle bağırıyordu...
Kainatı kuşatan yeni nefes, küfrü parçalayan,  ezelden ebede karanlığı yırtıp, aydınlatacak olan nur kümesinin odak noktası,  Hazreti İbrahim'in (as) Mekke'sinde mütevazi bir hane de, meleklerin  ışığa aşık pervaneler gibi çepeçevre kuşattığı bir bebek, dünyaya 
" Bismillah " demişti. 
Birden bire, odam Işık huzmeleri ablukası altında kalmış, ardından sırlı kitap kapanmıştı. Gözümü odanın loş karanlığında tavana diktim. Sanki bembeyaz bir bulut geçiyordu üzerimden, gökyüzü aydınlığında.
Ateşin kendisi değil, ateşi yaratan yüceler yücesinin merhamet kıvılcımıdır anlatılması gereken.
Yüreğim rahmetle kuşanmıştı. Yorganımı üzerime iyice çekip, aydınlık yarınlara uyanmak umuduyla gözlerimi kapattım.”
▪️Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kalbinde yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki, "engel, bariyer" anlamına gelen, Hicaz  bölgesinde, Mekke şehrinde milâdî 571 yılının 20 Nisan'a denk gelen 12 Rebiülevvel Pazartesi sabahında, adı Muhammed Mustafa (sav)  göklerin haberlerini insanlığa  iletecek şerefli bir KAPTAN-I DERYA yeryüzüne teşrif etmişti. Muhammed aleyhisselâmın doğduğu andan  îtibâren şeytan,  artık Kureyş kâhinlerine, gelecekte vukû bulacak hadiselerden haber veremez olmuş, biiznillah kehânetler sona ermişti.
     
Acunu alem denilen dünya hayatına tamah edip, ahiret hayatını unutan insanoğlu, küfür, şirk ve dalâletin içinde pervasızca yaşarken, atlarını dört nala kıyamete süren, virane gönüllerin silüeti düşmüştü buz dağlarına. Dün putların hoyratça kahkahaları çınlatırken acunu alemi, cehennem vadisi kıyısın da öylece kalakalmış, çaresiz bekleyiş içindeyken insanlık, onlara merhamet edecek olan kıyamet gününün şefaatçisi, Yüce Hakkın Resulü ( sav ) Alemlere rahmet olsun diye yaratılmıştı. Hazreti Adem (as)dan bu yana, insanlığın yüz akı, esaretleri kıran rahmet anahtarı, perdelerin birer birer kalktığı ve ilahi tecellilerin tüm azametiyle yansıdığı sema tabakalarından, taa Arş-ı Azama kadar yükselen ulvi âlemlere pencere, rahmet elçisi, seçilmiş insan, nebiler ve resuller tarafından müjdelenen, 
BÜŞRA - Muhammed Mustafa ( sav ), rahmet Pınarı, Sultanûl'l -Enbiya dünyaya gelmiş, biiznillah yeryüzünü - kainatı nuruyla aydınlatmış, küfür odaklarını yerle bir etmişti.  Alemlere rahmet olarak yaratılan efendiler efendisi,  Muhammed Mustafa ( sav ) henüz dünyayı şereflendirmeden yetim kalmıştı.  
Evet,  O da bir yetimdi ve tüm yetimlerin adresi, şefkat kapısı, zemheri yemiş yüreklere, baharı nakş eden, sonsuz merhamet yüklü bir can, ulvi bir kuldu…
                                                         
▪️Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu.
                        “Ben şahâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, yine ben şahâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür”

 

  Gül Gülasem Ateş

YORUM YAPIN

haber yazılımı | Copyright © 2024