×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Gül Gülasem ATEŞ

KURTBOĞAN HAMZA

      

Amasya'da Bir SULTAN - KURTBOĞAN HAMZA …

 

Ülke gündemine damgasını vuran inişli çıkışlı boğucu sıcak gelişmelerden bir nebze kurtulup manevi bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz ? 
Efendim; yazımı sabırla okumaya devam ettiğinizde, olay örgülerinde gerçeküstünün sınırlarında gezinecek, yüreğinizde bambaşka bir dünyanın kapılarının sonuna kadar açıldığını göreceksiniz. Hepimizin bildiği  gibi her öykünün içinde akla hayale gelmeyen hayatların serüvenleri gizlidir. Her bir hikayeye başladığınız da aslında farklı bir dünyanın kapısını da açmış olursunuz, hikayeyi  okumaya başladığınızda o maceranın içine girer, okudukça orada yaşadığınızı hissedersiniz.

   Hiçliğin coğrafyasında yol alırken, bazen aynanın içinden geriye bakmakla, aynanın karşısında durmanın izdüşümüyle yaşanır hayat. Yıllar akıp giderken zaman eskir, derin tesirler, sessizce yol alır, anılar dünle bu günü yoğuran tavrıyla hep diri ve öğretici kalır. Belki YARIN belki DÜN diye bir şey yoktur.
Rahmetli babaannem " Çetin geçen her kış, mutlaka en güzel baharlara gebedir ” derdi.
Bu yıl gerçekten de olağanüstü bir kış mevsimi yaşamıştık. Beyazın en güzeli gökten öbek öbek yağmış, tüm şehir bembeyaz bir örtüyle kaplanmış, okullar tatil olmuş, evlerin damlarında sarkıtlar dikitler oluşmuştu. Beyazın her tonunda adeta prangalara vurulmuş gibiydik. Karda mahsur kalmak parmaklıklar arasında ki mahpusların alın yazısı gibi değildi, elbette gök sakinlecek  elbette toprağın bağrından huzur doğacaktı. Bahara beş kala " CEMRE " önce havaya, sonra suya sonra da toprağa düştü. Biiznillah tabiat canlanmış dört bir yan çiçeklerle bezenmiş gözlerimiz, yüreklerimiz bayram etmişti..
Ardından yaz geldi. Aylar öncesinden karar verdiğimiz  yarınları bu günlere taşıyacak bir yolculuğa çıkmamıza ramak kalmıştı.
Sabah erkenden yolculuğa çıkacaktık ama heyecandan gece ablamı, beni ve kardeşimi saatlerce uyku tutmamış, rüya bekçiliği yapmıştık. Allahtan annem babam uyumuşlardı. Bir ara biz de uykuya dalmış olacağız ki, babam hepimizi tek tek sabah namazına kaldırdı.
Canım annem çoktan kalkmış, her zaman ki gibi hiç üşenmeden nefis bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Namazlarımızı kılıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Ağustos'un yakıcı sıcağını kıran Ankara'nın serin sabahında ailecek şehzadeler diyarı Amasya'ya doğru yola revan olduk. Henüz güneş ışık'ları kızıldan altın rengine geçmemişti. Turuncuya çalan tüyden bulutlar , yağlıboya tablosu gibi parlarken gökyüzünde, heyecandan saatler bir türlü geçmek bilmiyordu.
Öğlen namazı için mola verdiğimiz tesis sanki elli yıl öncesinden kalmış, bu günün konforuna bir adım dahi atmamıştı.
Kısa bir moladan sonra tekrar yola çıktık. Nihayet Birkaç saat Sonra yolun sağ tarafındaki tabelada,
*AMASYA 
* Nüfus : 335.494
* Rakım : 392 

yazdığını görünce babamdan arabayı durdurmasını rica edip tabelanın önünde hatıra fotoğrafı çektirdik.
Yeşilin her tonuyla bezeli zümrüt vadi yedi bin beşyüz yıllık tarihi geçmişiyle, Ferhat Dağı ve Harşena Kalesi eteklerinde kurulu,
birçok medeniyete ev sahipliği yapmış kadim Anadolu şehri Amasya,
dağlarla koruma altına alınmış mikroklima özelliği taşıyan ovası ve koskoca bir açık hava müzesiyle bizi gülümseyerek selamladı.
Eski İpek Yolu güzergahı üzerinde, antik İris Irmağı’nın (Yeşilırmak) ikiye böldüğü doğal estetik, tarihsel mimariyle iç içe geçmiş, insanı mest eden bir konuma sahip şehri  yüzlerce metre yükseklikteki Çakallar Tepesinden kuşbakışı seyretmek için sabırsızlanıyorken,  kardeşim 
" anne ben açlıktan ölüyorum " diye bağırdı. Ankara’dan yola çıktığımızdan beri dinmeyen heyecanımız, çiğ tanelerinin ele avuca sığmaz akışkanlığı gibiydi. Kurtuluş Savaşımızı başlatan ulusal mücadelenin ilk adımlarının atıldığı bu gizemli şehre varmak telaşıyla, yemek yemeyi bile unutmuştuk.
 Helenistik denilen antik tarihin mor sayfalarında Pontus Krallığına başkentlik yapan Amasya'nın ( Harcana ) kalker kayalara oyulmuş, tunç çağından günümüze binlerce yıldır tanıklık yaparak gelen dillere destan Harşena kalesi, kutlu güzel akarsu ülkesini yükseklerden seyrede dursun, Yeşilırmağa bakan güney eteklerin de sabırla kayalara oyulan irili ufaklı anıt mezarlar, geçmişle geleceğin çapraz ateşi altında zamanın girdabında var olma savaşı sürdürürken, define avcılarının soygunlarına maruz kalmış olsalar da yaşadığımız bu çağın iç ve dış mihraklı negatif enerjisine karşı, dimdik hayata tutunmaya devam ediyorlar. Hitit belgelerine göre, Amasya'nın bilinen ilk adı Hakmiş. Amasya'nın Mitridates Krallığı Dönemi'ndeki adı "Amasseia". Amaseia sözcüğü, "Ana Tanrıça ( Haşa) Ma'nın şehri" anlamına geliyormuş.
Doğudan Ferhat dağı, batıdan Kırklar dağının kucakladığı Yeşilırmak, yemyeşil bir kuğu gibi süzülürken vadide, hafif hafif esen rüzgarın, bumerang etkisi ile geri dönüp ruhun iç sınırlarına bıraktığı huzur eksenli, estetik ifadeyle yoğrularak inşa edilen " Alçak Köprü " her gün batımında, kalabalığın basıp geçtiği sarsıcı darbelere karşı, ırmağın şımarık sularına inat yorgun ayaklarıyla yüzyıllara direnirken, kadim şehri taşımaya devam ediyordu.
Şimdi ilk durağımız Amasya Arkeoloji ve mumya müzesi.
Sürgülenmiş kapıların açıldığı, gözlerine mil çekilmiş pencerelerin aralandığı, duvarlarında gölgelerin uçuştuğu, devlerin cücelerle savaştığı, tarihin tozlu sayfalarında ünleme dönüşmüş noktaların, aynadan zamana akseden görüntüleriyle buluşmaya gelmiştik.
Sekizyüz küsür yaşlarında, Anne baba, kız ve erkek çocuktan oluşan bir çekirdek aile ve hemen yanı başlarında, onlar gibi tavanları temaşa eden iki yetişkin erkek..
Tam sekiz asırdan bu yana gözlerini bir kez olsun kırpmadan susuz kalmış bir akvaryumun içinde ürkütücü bir şekilde boylu boyunca yatıyorlardı.
Peki bu gizemli insanlar kimdi ?!
14. yüzyılda yaşayan vezir İzzeddin Pervane Mehmet cariyesi ve çocukları.

" Pervane Mehmet" Bugünün başbakanı konumda bir yöneticiymiş.
Anlatılanlara göre mumyaların diğer ikisi, Anadolu valisi Şehzade Cumudar ve Amasya emiri İşbuğa Nuyin’e aitmiş.
Birisi Burmalı Minare Camiine bitişik Şehitler Türbesinden , diğeri ise eskiden kilise olan Fethiye Camiinden getirilmiş.
Mumyalar önceleri Yeşilırmak kenarındaki II. Bayezid Medresesin de korunurken , Irmağın taşması sonucu medrese sular altında kalınca şimdi sergilenen bölümde ziyaretçilerin şaşkın ve tefekkür edici bakışları altında öylece yatıyorlar.

Doğantepe’deki Hitit höyüğünde, bulunan, ilk ve tek Hitit fırtına tanrısı Teşup’un, döküm bronz heykelciği,
bronz aletler, Helenistik dönem Olimpiyatlarını hatırlatan kuşlu kase, Roma dönemine ait  envai çeşit eserler, parfümler, gözyaşı şişeleri, Osmanlı devrinden kalma kıyafetler, sedef kakmalı ahşap eşyalar, halılar kilimler, sancaklar, silahlar, astronomi aletleri, hamam takımları, elyazması ve basma eserler saymakla bitmez tarih dokusu bizlere kucak açmıştı. Binlerce eseri seyretmekten, dünle bu günü sentezlemekten bitap düşmüş bir halde müzeden ayrılıp, Sultan Mesut'tan yadigar altıyüz yıllık çınar ağacı altında çayımızı ufak ufak yudumlarken; Jül Sezar'ın atıyla yanından geçtiği Roma Dönemi sur duvarları üzerine sıralanmış, yüzlerce deprem yaşamasına rağmen, hala eski zerafetiyle dimdik ayakta duran, İstanbul boğazı seyirli muhteşem yalılar, sevgiliye serenat eder gibi sarının - mavinin - kırmızının raksıyla şehri selamlarken ,sanki minyatür bir istanbul bize bakıyor, dokusu estetiği ve atmosferiyle buram buram İstanbul kokuyordu.
Yedi düvele meydan okuyacak payitaht şehzadeleri için, ince ince hesaplanıp düşünülerek hazırlanmış muhteşem bir şehir Amasya. Irmağın kıyısında dünya tarihine damga vuracak iki sultan velî,

(Mikrobu ilk tanımlayan alim )Akşemseddin ve ( Fatih ) Sultan Mehmet'i dünyevi ve uhrevi sohbetler ederken hayal etmek,  bu coğrafya bambaşka bir anlam yüklüyordu. Kısacası  insanı yaşatan ve ayakta tutan umutların yeşerdiği, sırlarla dolu gizemli tarihti Amasya.
Biraz Frigler, Lidyalılar, biraz Persler, Cenevizliler biraz Jül Sezar komutasın da Romalılar, Kimmerler ve Pontuslar ve adını sayamayacağımız yüzlerce milletin at sürdüğü bu toprakların sesini yüreğinizle dinlemeye başladığınızda, rüzgara karşı dört nala koşan, yada tırıs giden nal seslerini duyacaksınız.
Roma tarih sayfalarına ismini altın harflerle yazdıran Çiçero
" yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir. " derken, sevdalısı olduğu Amasya'nın bir gün Müslüman Türkler tarafından feth edilerek İslamın sancaktarı olacağını söyleselerdi, sanırım Çiçero'nun aklı hayali bunu tasavvur bile edemezdi.
 ▪️Yeşilin alev alev yandığı , anne yüreğinin verdiği sıcaklık gibi ığıl ığıl akan sonsuzluğun var oluşunu simgeleyen bereketli ırmağı, her yağmur sonrası çıkan rengarenk gökkuşakları, buram buram tarih kokan dokusuyla insanı mest eden, yıkılmışlıkla dik duruş arası zamana damga vuran, sihirli roman, sevdalinkaların doğurgan sözcükleri adına, efsanevi bir aşkla kayaları oyan Ferhat'ın Şirin'e sevdası, gizemli deniz kızına sevdalanan gemicinin çaresizliği gibi, umutsuzluktan adeta ateş topuna dönmüş belleğin, göğüs kafesinde yalpalayan serüveninin adı - açık adresiydi Amasya...

  

  Aslında hepimiz zaman yolculuğu yaparız. Anılarla geçmişe, hayallerle geleceğe. Her başlangıçta yeni bir anlam, yeni bir heyecan yüklüdür. Bir çocuğun nedensiz ağlamasın da bile, “ufukta ki gülüşlerin başlangıcı gizlidir” der şair. Şimdi dünün manası kaybolurken tarihin tozlu sayfalarında, İhalesi olmayan hırsların, tutkuların, mutlulukların zaman çizgisin de dibe vuruşu yaşanıyor, ıssız çarşaf gibi bir denizde seyrüsefer eden kağıttan gemilerin feryadı, hayalleri gölgeleyen karabasan gölgelerin, zemheri yemiş gül dalının soğuğu vardı notalarda.  
Amasya, umarsızca şipşak çekilmiş bir kare, alelacele yazılmış bir şarkı hiç değildi. Belki kan çanağı gözlerin prangaları parçalamasıyla kopan bir çığlık, yılların biriktirdiği yaralı haykırış, zümrüt yeşili vadinin tepelerinden kızaklarla çekilen gemilerin inleyişi, yarım kalan ezgilerin mırıltısı, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda ıslanmanın çocukça adı, kemanın inleyen nağmeleri, yaralı gönüllerde hemdem olmak, dualara sığınmanın adresiydi .
      Güneşin saltanatı bitmek üzereyken yeryüzünde, İstasyon mahallesine gelmiştik. Fıskiyeli havuzun yanı başında tahta masaların rengarenk örtülerle arz-ı endam ettiği kır bahçesi önümüze çıktı. Bahçesinin kapısından içeriye girdiğimiz de, ortadaki masaların birinde beyaz sarıklı, iyice kırlaşmış hafif kıvırcık sakallı bir dede kendi halinde  öylece oturuyordu.
İşte dedi babam aradığımız adresi bu amcaya sorabiliriz. “ Ben sorarım “ dedim . Bizimkiler kapının hemen yanında ki  mavi pötikare örtülü masanın etrafındaki sandalyelere yavaşça oturdular. Heyecan içinde koşar adımlarla piri fani dedenin yanına varıp “ Selamun aleyküm dedeciğim “ dedim. Nazikçe başını bana çevirerek " aleyküm selam evladım " dedi. Gözlerinde okyanusu kıskandıracak deruni bir bakış vardı. Tam konuşacaktım ki, boğazım düğümlendi yutkundum…
İçimde sanki fırtınalar kopuyordu. Tekrar nasıl söze başlayacağımı bilemedim. O ise benden gözlerini kaçırır gibi olduysa da yumuşacık nazenin bir ses tonuyla
" evet evladım ne soracaktınız... !?" dediğinde,  yüreğimde sonbahardan kaçan kızıl yaprakların, kışı atlayıp aniden bahara kucak açması gibi bir ılık rüzgar esti. Şimdi etrafımız yemyeşil, şırıl şırıl akan nehrin kenarında huzurun adresini ararken yüreğimiz kıpır kıpırdı. Nihayetinde kendime gelip nura gark olmuş, yüzünde yılların izini taşıyan ak sakallı yaşlı yürekle konuşmaya başladım.
“Dedeciğim, birkaç gün önce ailemle birlikte Ankara'dan, Amasya'ya gezmeye geldik. Bu şehir adeta bizi büyüledi. Rahmetli dedem hep derdi ki " yavrum her şehrin , her beldenin bir sultanı olur. Bir gün yolunuz Amasya'ya düşerse mutlaka " Kurtboğan Hamza " yı bulun ve benden ona selam söyleyin."
Amasya'ya kadar gelip de Sultanın huzuruna çıkmadan, hayır duasını almadan dönmek bize yakışmazdı.
Evet dedeciğim " Kurtboğan Hamza " Hazretlerinin ararken şimdi size rastladık.
Nur yüzlü ihtiyar önce sakallarını sıvazladı sonra bana dönerek adımı sordu. Taceddin Enes dedim. " Benim adım da Muslihiddin ama bana Yamacı dede derler " diyerek, pırıl pırıl güneş gibi parlayan ela gözleriyle yüreğime nüfus edercesine tatlı bir üslupla konuşmaya  başladı.
 “Evladım aslında aradığınız adrese çok yakınsınız. Tevafuk bu ya madem bana rastladınız, o zaman bende adresi tarif etmeden önce, size birazcık Kurtboğan Hamza'yı anlatayım." Dedi.
Az ilerde oturan annem babam ve kardeşlerimi de yanımıza çağırmamı işaret ederek sohbete başladı.
"Bir gün II. Murat han, Ankara'nın sultanı Hacı Bayram-ı Veli yi ziyareti sırasında, Kostantine’yi almak istediğini söyler ve ona akıl danışır. Hacı Bayram Veli ( ks) padişaha
“sultanım, bu fetih beşikteki Mehmet ile bizim şu köseye nasip olur, ben dahi o günü göremem “ der.
İşte köse lakaplı Akşemseddin Hazretleri Kurtboğan Hamza'nın oğludur. Akşemseddin Hazretleri,
Sultan Fatih’e Kostantine’yi alma zamanı geldiğini, fetih gününü secde de gözyaşları içinde görmüş ve sultan Fatih’e müjde vermiş. Bir manevi işaret üzere fetih sırasında, Peygamber efendimizin ( sav) Mihmandâr-ı
Hazret-i Eyyüb el Ensari ( ra) hazretlerinin kabrini bulduğunda cenk meydanında yürekler coşup
" Allahüekber " sesleri kainatı titrettiğinde ordu galayana gelip küffarın üzerine büyük bir coşkuyla saldırmışlar.
Ziyaret etmek istediğiniz  Allah dostu,"Kurtboğan Hamza "
Nakşibendi tarikatı silsilesinden , Hazreti Ebu Bekir efendimizin (ra) soyundan gelen Şehâbeddin Sühreverdi’nin ( ks) torunudur.

Asıl adı Şerafeddin- i Hamza Şâmî bin Mehmet olan Hamza efendi, büyük velîlerden Pîr İlyâs hazretlerinin halîfelerinden olup " KURTBOĞAN " lakabını ölümünden sonra biiznillah gösterdiği kerametle almış. Yüceler yücesi Rabbül alemin'nin dostu şeyh Hamza Efendinin yaşadığı zaman diliminde bulunduğu beldenin kabristanına bir kurt musallat olmuş.
Azgın kurt yeni mezarları arar bulur , ölüleri kabrinden çıkarıp parçalayıp yermiş. Şeyh Hamza efendi vefât edip defnedildiği günün gecesi belde sakinlerini bir korku sarmış, zalim kurt mübareğin kabrini açarda onuda parçalar endişesiyle gözlerine uyku girmemiş , sabahı sabah etmişler. Gerçekten de kurt gece kabristana gelmiş, şeyh Hamza'nın bedenini parçalayıp yeme niyetiyle kabri pençeleriyle kazmaya başladığı anda mübârek tek elini kabirden çıkartarak kurdu boğazından tuttuğu gibi boğarak öldürmüş. Gün ağırmadan ahali koşarak kabristana geldiğin de kurdu ölü vaziyette bulmuşlar. Şeyh Hamza'nın tek elini de kabrin dışın da görünce bu keramet karşısında büyük bir şok yaşamışlar. Kendilerine geldiklerin de kabrin dışındaki kalan mübareğin elini tekrar kabrine koymak istedilerse de bunu bir türlü başaramamışlar. Aralarında maneviyat sahibi bir zât varmış. Kurdu boğan elin kandan dolayı necis olduğunu ve şeyhin elinin yıkanması gerektiğini söylemiş. Hemen mübareğin elini yıkamışlar, Allah’ın izniyle el kabirden içeri çekilmiş. O günden sonra şeyh Hamza Efendi "KURTBOĞAN " lakabı ile anılır olmuş. İşte böyle evladım. Yüce Allah (c.c) sırrını mukaddes ve mübarek kılsın inşallah..
 KISACASI Kurtboğan Hamza hazretleri, ülkemizde ve Amasya'da efsane olmuş bir Allah dostudur. Onunla ilgili bir çok hikaye anlatılır. Hele bir Yüzbaşı varmış ki, adı Ali .
1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatında gazi olmuş bir yiğit. Kurtboğan Hamza’yı orada tanımış  ve çok büyük yardımını görmüş. Savaş sonrasında Kurtboğanı aramak için Amasya ya geldiğinde " Gani baba " isimli  bir eren'le karşılaşmış başından geçenleri ona anlatmış.
Ali Yüzbaşının hikayesini bende " Gani baba" dan dinledim. Tüm aile şaşkınlıkla, bir o kadar da merak ve muhabbetle dinlemeye başlamıştık.
◾️Yamacı dede etkileyici üslubuyla Ali yüzbaşının ağzından yaşanılan mucizevi hadiseyi anlatmaya başladı ..
"Kıbrıs Barış Harekatında,
Mersin üzerinden Kıbrıs'a ilk çıkan birliklerin arasındaydık.
Emrimdeki askerlerimden üçte biri kumsalda şehit düştü. Peşinden Beşparmak dağlarında görev aldık. Zaten Kurtboğan'ı da orda gördüm. Kıbrısta çıkarmasında İkinci günümüzdü. Dağlara mevzilenmiş olduğunu bildiğimiz ama göremediğimiz Yunan komutasında ki rum askerlerine karşı zor bir savaş veriyorduk. Epeyce de şehit orada verdik. Bu arada ben de bacağımdan yaralandım. Kurşun sağ bacağımdan girip arkadan çıktı, yürüyemiyordum. Bir ara baktım ki çevremde hiç kimse kalmamış. Yukarlardan üzerime sürekli ateş yağıyor, değil dağı tutmak, yerimden kıpırdamam bile mümkün değildi. Çaresizlikten ne yapacağımı bilmez bir şekilde öylece kalakaldım. Bir ara ağaçların arasından birinin seslendiğinin duydum.
"Dayan Yüzbaşım " dedi. Şaşkınlıkla sesin geldiği tarafa döndüğümde toz duman arasından aslan gibi bir çavuş gülümseyen bir çehreyle bana doğru yaklaşırken, o dakika  şiddetli bir patlama sesi duyuldu ardından rumların siperi havaya uçtu. Ortalık bir anda sessizleşmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gülümseyen bir ifadeyle Çavuş yanıma iyice yaklaştı. Derinleşmiş yüz çizgileri, üç beş günlük sakalı, elinde G3 tüfeği vardı. Silahını ağaca yaslayıp, Bismillah diyerek usulca yanıma çöktü. Güven veren, insanın içini ısıtan bir ses tonuyla 
" gazan mübarek olsun yüzbaşım " diyerek merhametle başıma dokunduğunda, kendimi cennette hissetmiştim. Elleriyle yaramı sardı elhamdulillah hayatımı kurtarmıştı.
Vakur bir edayla ayağa kalkıp
" Gitmem gerek komutanım daha yapacağım pek çok iş var." diyerek yanımdan ayrılıyordu ki, birden aklıma geldi ve kim olduğunu sordum. 
" Amasyalıyım, adım Hamza, ama beni - KURTBOĞAN  - diye bilirler." dedi. Kendisini tekrar nasıl görebileceğimi sorduğumda
 " Amasya'da kime beni sorsan gösterirler." diye cevapladı. Bu kahraman asker gökten inen bir melek gibi geldiği gibi sessizce uzaklaşmıştı.
Kıbrıs'ta görevim  bitince, Kurtboğan Hamza'yı bulmak ve teşekkür etmek için buralara kadar geldim."
Yamacı dede susmuştu ama ilahi rahmet yüreklerimizi kuşatmış ailecek hepimizin gözleri bulutlanmış, gözyaşlarımız istemsizce sel olup akmıştı. Tevekkül halinde bir mühlet öylece kaldıktan sonra Yamacı dede kaldığı yerden devam etti.
" Allah'ın (c.c) dostları ölmez. Onlar için sadece nakil söz konusudur. Mekan değiştirirler. Onların himmet ve yardımları daima vardır evladım.
Evliyanın kerameti, Peygamberlerin mucizelerinin devamıdır. Bunun için bu ümmetin evliyasından hasıl olan kerametler de Peygamber efendimizin (sav) mucizesidir.
İşte bu zamanda da  Kurtboğan Hamza'nın yardımı biiznillah devam etmekte, türbesi de sağdaki binanın hemen arkasında " dedi.
Babam " Rabbim yollarımızı kesiştirerek, bizi sizinle buluşturup tanıştırdı. Allah sizden razı olsun inşallah, gönüllerimizi ihya ettiniz amcacığım " diyerek elini öptü. Bende muhabbetle Yamacı dedenin pamuk gibi elinden öptüm. Annemle ablamda teşekkür ettikten sonra, babam Yamacı Dedeye sarılarak " hakkınızı helal edin,  İnşallah tekrar görüşmek nasip olur ." dediğinde, aksakallı  Bilge dede gülümseyerek " hak olur mu evladım ama varsa hakkımız ananızın ak sütü gibi helal olsun .." dedi. Babam sevgi dolu bir ses tonuyla
" Nerede ikamet ediyorsunuz amcacığım, biz sizi tekrar görmek ve hayır dualarınızı almak isteriz. “ diye sorunca, kayaların arasından sızan buz gibi pınarın yüreklere bıraktığı ferahlatıcı edayla “ Gümüşhacıköy de " YAMACI DEDE " nerede yaşıyor ? diye kime sorsanız mutlaka size kaldığım yeri gösterirler, Selametle gidin evladım” dedi. 
Huzura gark olmuş bir şekilde masadan kalkıp bahçe kapısına doğru yürümüştük ki , istemsizce başımızı çevirip bu mübarek insana tekrar bakmak istediğimiz de, masada kimsenin olmadığını gördük. Gözlerimize inanamayarak hayretler içinde birbirimize bakakaldık.
Bir dakika evvel bizimle sohbet eden Yamacı dede sırra kadem basmıştı. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken, babam " hadi çocuklar, KURTBOĞAN HAMZA hazretlerini bulalım " dedi.
Annem ve babam dışında biz çocuklar yaşadıklarımız karşısında allak bullak olmuştuk. Parktan çıkıp Yamacı dedenin tarif ettiği yola yöneldik, karşımıza tren istasyonu çıktı. Küçük bir mescidin yanında dört sütun üstüne kurulmuş, duvarları olmayan kare planlı kubbeli  türbe bizi karşılamıştı.

      

Heyecandan tir tir titrer vaziyette mübareğin huzuruna vardığımızda hep bir ağızdanSelamun aleyküm dedik. Babam muhabbete gark olmuş bir ses tonuyla " Rahmetli babamında size selamı var efendim " derken bir çocuk gibi ağlıyordu. Şüphesiz inanıyorduk ki , Kurtboğan Hamza hazretleri selamımızı alıp "aleyküm selam " demişti. Yüreklerimiz kıpır kıpır, gözlerimiz nemli nemli, dizinin dibine oturur gibi usulca bir kenara ilişip ruhuna Yasin okuduk. Bambaşka bir ruh halinde gidip gidip geliyor , sağanak yağan rahmet yağmuruyla sırılsıklam olmuştuk. Dua ederken, ansızın kabrin üzerinde bir hareketlilik meydana geldi. Topraktaki hareketlilikle İstemsizce  gözlerimiz o noktaya  kenetlenmişti.  Şimdi unutulmuşluk toprağı , yavaş yavaş aralanıyor etrafa mis gibi rayihalar yayılıyordu.  Anlam sözcüğü manasını kaybetmiş, gaflet perdesi aralanmış, kızıla çalan bir kelebeğin, ağır ağır kozasından çıkması gibi, toprağın kalbinde bir el göründü ve göründüğü gibi de kayboldu. Ailecek ebedi sükûnete ermenin teslimiyetini yaşıyorduk. Sanki zaman mekan ortadan kalkmıştı. Allah (cc) dilemiş, olmazlar olmuş, yürekler buluşmuş, selamlar alınıp verilmiş perdeler bir bir açılmıştı. Kısacası herşey teslimiyet iman ve yürek işiydi..
Gün , geceye kucak açarken, Amasya tren istasyonunda bir veli, bir güzel insan KURTBOĞAN HAMZA hazretleri ve biz. Boyunlar bükülmüş, yürekler hakka ram etmiş beklerken, güneş bu günün ışıklarını  eşyanın üzerinden toplamaya başlamıştı. Maddenin dünyevi cazibesi kaybolmaya yüz tutmuş , tabiatın rengi solmuş , zaman ırmağı maddeye meydan okurcasına durmadan akarken ,Yeşilırmak zikre başlamış, Amasya ufuk'ları ezan sesleriyle çınlıyordu. " Allahüekber " sesleri tüm evreni kuşatmış vakit akşamdı.
Kurtboğan Hamza hazretleriyle şimdilik vedalaşıp akşam namazımızı kılmak üzere iki adımlık mesafede ki mescide doğru yol alırken, uzaklardan istasyona yaklaşan bir trenin ayak sesleri duyulmaya başladı. Papatyaların ardına gizlenmiş Ağustos böceklerinin sesiyle , dünyanın çepeçevre kuşattığı canlarımızı tutsaklıktan kurtarmak adına , bismillah deyip mescide girdik. Oldukça kalabalık bir cemaatle huzur içinde kılınan namazın maneviyatını anlatmak zordu. Çünkü tüm harfler düğümlenmiş , kelimeler kifayetsiz kalmıştı.
Ayrılık anı yaklaştıkça, duygular sağanak sağanak boşalırken yıldızlı semadan zamana, bazı insanlar güneşin kavurduğu çöl kumlarının fırtınayla savrulması gibi sözden ibaretken, 
bazı insanlar ise ayın tutulması gibi lal olur  kalırdı ama duaları konuşurdu.
Geceyi çınlatan rüzgarın ılgın sesiyle, sessizce Kurtboğan Hamza hazretlerinin tekrar yanına döndük. Gözlerimizde son fırtınadan kalan yağmur tanecikleri, yüreğimizde dua nameleri ile mübarek insana selam verdik ve özlemle oradan ayrıldık.
 Amasya'nın manevi sultanının huzuruna çıkarak özlem gidermiş, ledünni lezzetler tatmış , boyut geçişlerini dünya gözüyle yaşamış, ruhlarımız mutmain olmuş, elhamdulillah huzuru yakalamıştık.
Bu güzellikleri bize yaşatan Alemlerin Rabb'ine ne kadar şükretsek azdır bilinciyle, kaldığımız misafirhaneye döndük.

Büyük buluşmanın üzerinden üç gün geçmiş, Amasya'da bu son gecemizdi. Binlerce yıllık tarihe ev sahipliği yapan , buram buram tarih kokan şehzadeler diyarı, güzel şehir Amasya'yı çok sevmiş , gezmelere doyamamış , sayılı günlerin ne kadar çabuk geçtiğini bir kez daha anlamıştık.
Sabahın erken saatlerinde, Kurtboğan Hamza hazretlerine “Allahaısmarladık " demek için tekrar kabrini ziyaret ettik. Manen hayır dualarını aldıktan sonra , maddi manevi bize çok şey katan , Amasya serüvenimize nokta koyup, Ankara'ya doğru yola çıktık.Yol güzergahımızda önce
" Gümüşhacıköy " vardı. Orada Yamacı dede'yi görüp vedalaşmak için hepimiz sabırsızlanıyorduk.

      Gümüşhacıköy ilçesi Amasya'ya 67 km uzaklıkta daha önceki adı Hacıköy iken Gümüş Nahiyesi ile birleşerek Gümüşhacıköy olmuş. Burası eski Anadolu Metalürjisine ait en önemli merkezlerden biriymiş.  Gümüş madenleri,antik zamanlardan beri kullanılıyor  ve o dönemlerde gümüş’e " ARTEMİS MADENİ ” deniyormuş.
Serv anlaşması sonrasında İngiliz askerler Gümüşhacıköy'e kadar gelip hükümet konağına kendi bayraklarını çekmeğe yeltendiklerinde, beldede ne kadar yaşlı- genç kadın çoluk-çocuk  varsa ellerinde taşlar ve sopalarla işgal askerlerine saldırarak kahramanca küffarı  püskürtmüşler.
Kıvrım kıvrım akan irili ufaklı küçük çaylar, meyve yüklü bahçeler kahraman ilçeye güzellik katarken, aynı zamanda komşusu Amasya gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir tarih elçisi Gümüşhacıköy. 
İlçenin merkezine geldiğimizde, Köprülü Mehmet Paşa tarafından kendi adına yaptırılan ve restorasyon çalışmaları bitirilip tekrar ibadete açılan camide namazlarımızı kıldıktan sonra yine Mehmet Paşa tarafından 1669 yılında kargir mimari örneği olan kervansaray’a geçtik. Ufak tefek değişikliklerle bedestene çevirilerek halkın kullanımına sunulmuş , doğu-batı yönünde ince uzun dikdörtgen planlı dört kapılı inanılmaz güzellikte ki bu tarihi mekanda  biraz soluklandıktan sonra, çarşı'nın Ekin pazarı kapısından dışarı çıkıp saat kulesinin altında durduk. Yanımızdan geçen ilk kişiye " Yamacı dede " nin nerede yaşadığını sorduğumuzda müstehzi bir ifadeyle yukardan aşağıya hepimizi süzdükten sonra  gözlerini kısarak “efendim, efendim !?  " dedi.
Bu durum karşısında afallamadık desem  yalan olur. Babam kocaman şaşkın gözlerle, orta yaşlı kısa boylu siyah kasketli, güneş yanığı yüzlü adama bakakaldı. Ben söze atılarak " amca " dedim biz " Yamacı dede " yi arıyoruz. Adam hafifçe öksürdükten sonra kendini toparlayıp " hmm , sanırım siz Muslihiddin efendinin türbesini arıyorsunuz " dedi .
Türbe mi ?!  
Nasıl yani .. ?!
Şaşkınlığımız bir kat daha artmıştı.
" Yanlış anladınız sanırım Yamacı Dede vefat etmiş olamaz. Birkaç gün önce Amasya'da canlı kanlı karşımızdaydı. Kendileriyle tanıştık ve sohbet ettik. " dedim .
Köylü amca başındaki kasketi çıkararak kolunun altına sıkıştırdı." Yok yok yanlış anlamadım .
-Yamacı Dede- yüzlerce yıl öncesinde yaşamış sırra ermiş bir zatı muhterem. “ Bir an babamla göz göze geldik, sanırım ikimiz de Amasya'da ki çay bahçesinde Yamacı dedeyi bıraktığımız yerde bulamadığımızı hatırladık. !
 Amca konuşmasına devam ederek "Yamacı Dedenin türbesi buraya arabayla on dakikalık uzaklıktaki Yılanlar Kışlasında. Buralara gelip de mübareği soran ilk siz değilsiniz. Bu sebebten dolayı, sizde bana adres sorunca , elimde olmaksızın gülümseyen bir ifade takınarak sizi şaşırttım sanırım, kusuruma bakmayın..
Hepimiz donmuş kalmıştık ama babam kendini toparlayıp teslim olmuş bir yürekle " bu acunu alemde hikmetten sual olunmaz,
köylü amcanın omuzuna muhabbetle dokunarak “ sizide yolunuzdan alıkoyduk, hakkınızı helal edin , yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun. " dedi.
Gümüşhacıköy'lü amcayla helalleştikten sonra, vakit kaybetmek istemez bir tavırla bize dönerek " biraz çabuk olalım inşallah " dedi. 
Hepimiz arabayı park ettiğimiz alana doğru, koşar adımlarla ilerledik. Yüreğimiz dur durak bilmez bir şekilde atıyor heyecanımızı dizginleyemiyorduk.
Yaşadıklarımız, aklın hayalin idrakinden uzak, inanılmaz gibi görünse de yüreğimizin ağlaması , kaynayan suyun kabından dışarı taştığı gibi taşmış cezbe haline dönüşmüştü.
Tüm bilinenleri tersyüz ederek çok ötelere ulaşmanın ruh haliyle
Yılanlar Kışlasına vardık. Yamacı dede buradaydı ve yüzyıllardan beri bizi bekliyordu ..!
Herkes suskundu gönül diliyle hasbihal ettikten sonra , dualarda buluşmak üzere oradan ayrılarak , Ankara'ya doğru yola revan olduk. Uzun bir süre hiç konuşmadan öylece gittik. Yüreklerimizde bambaşka sayfalar açılmıştı. Sanırım  Şehzadeler şehri Amasya serüvenimizi hiç bir zaman unutmayacağız..


Gül Gülasem Ateş

YORUM YAPIN

haber yazılımı | Copyright © 2024