JULIA PASTRANA..!
Geçen yüzyılın karanlık sayfalarında yaşamış nefisleri ayyuka çıkmış Emperyalist ülkeler, yeni keşfettikleri toprakları yağmalayarak elde ettikleri zenginliklerle karabasanların bile erişemeyeceği barbarlıkta değişik eğlence mekânları açtılar. “Bilimsellik” adı altında sömürülen ülkelerden çalınan tarihi eserler, bitki ve hayvanlar, Doğa Tarihi Müzeleri, Etnografya Müzeleri ile adı altında meşrulaştırmaya çalışıldı. Bu süreçte zarar gören ve esir tutulanlar sadece sanat eserleri ya da hayvanlar değildi. Hayvanat bahçesi mantığında kurulan İNSANAT BAHÇELERİ, zulmün vahşetin ahlaksızlığın yaşandığı sirk vari yerlerdi. Egoları tavan yapmış beyaz adamlar, kendi ırkları dışındaki insanları diri ve ölü fark etmeden vahşet mekânlarında sergilediler.
Hotanto Venüsü olarak bilinen Saartjie Baartman, Dünyanın En Çirkin Kadını ilan edilen Julıa Pastrana ve hikâyesi daha önce çeşitli filmlere konu olan Ota Benga; bu zalimliğin doruklarında yaşandığı 19. yüzyılın en bilinen örneklerindendir.
Her insanın tarihsel bir yolculuğu vardır. Homeros bunu Odysseia (Yolculuk) kitabında çok güzel anlatmıştır. Şimdi sizinle paylaşmak istediğim yolcu Truva Savaşı sonrasında evine yorgun argın dönen bir savaşçı değil. Yaşamı boyunca İnsan Yerine Konmayarak '' DÜNYANIN EN ÇİRKİN KADINI '' ilan edilen Julia Pastrana’nın akıl dışı, sınırları zorlayan, insanlar arasında batıl inancın etkisiyle büyük bir fenomene dönüşmüş, insanın tüylerini diken diken eden hüzünlü hayat hikayesidir.
Bütün dünyaya İNSAN - ORANGUTAN melezi olarak tanıtılan, Julia Pastrana, 1834’te Batı Meksika’nın dağlarında dünyaya gelir. Doğduğunda annesi, Julia’nın görünüşündeki bozukluğun doğaüstü güçlerin etkisiyle olduğunu zanneder ! Yerli kabileler, ölü doğum ve sakatlıklardan, şekil değiştiren bir kurt-adam cinsi olan Naualli’nin sorumlu olduğuna inanmaktadır. Julia’nın annesinin de kızını görür görmez onların adını fısıldadığı söylenir. Zavallı anne kısa bir süre sonra kabileden kaçar – ya da uzaklaştırılır.
İki yıl sonra Meksikalı çobanlar kaybolan bir ineği ararken Julia ile annesini bir mağarada saklanırken bulur, en yakın şehre götürürler. Julia orada bir yetimhaneye yerleştirilir. Bu tatlı mı tatlı, zeki, ve vücudu siyah kıllarla kaplı kız, kısa süre sonra şehrin gözdesi haline gelir. Acayip görünüşünü ve tatlı huylarını duyan vali, hem evin eğlencesi olsun hem de hizmetçilik etsin diye Julia’yı evlat edinir. Julia yirmi yaşına kadar valinin evinde kaldıktan sonra kabilesine dönmeye karar verir. Ama yuvaya dönüş yolculuğunu tamamlayamaz: M. Rates diye bilinen Amerikalı bir gösterici, dağ yolunda ona rastlar ve türlü vaatlerle aklını çelerek sahne hayatına atılmaya ikna eder.
Julia, 19. yüzyılın en ünlü insanlarından birisi olurken, “Maymun Kadın”, “Ayı Kadın”, “Şebek Kadın” gibi değişik değişik isimlerle anılır.. İlk kez New York’ta, Broadway üzerindeki Gothic Hall’de sahne alır. Kalabalıklar, hayranlık içinde onu izlemek için salonu doldurur; ama asıl ilgilendikleri onun şarkı söyleyip dans edişi değildir: Kıllı yüzünü ve bedenini, çıkık çenesini, koca dudaklarını ve yayvan, küt burnunu görmek için can atarlar. Gazetelerde Julia’dan “Meksika’nın vahşi dağlarından kopup gelmiş Ayı Kadın” diye bahsedilir.
Fakat Julia’nın yarı-insan olduğu fikri, dönemin basınından çıkmamıştır. New Yorklu ünlü cerrah Valentine Mott’un oğlu, hekim Alexander B. Mott, dışarıya kapalı bir ‘gösterim’ sırasında Julia’yı muayene ettikten sonra onun bir melez, yarı-insan yarı-orangutan olduğunu ilan etmiştir. Diğer doktorlar da onunla hemfikirdir. O dönemde orangutanlar Amerikalıların çoğunun aşina olduğu, en korkutucu büyük maymun türüdür..
Julia’yla ilgili tanıtımların ayrılmaz parçası, yarı-hayvan yarı-insan olduğunu doğrulayan bilim adamlarından alınmış belgeler olsa da, onun tamamen insan olduğunun baştan beri farkında olan bilim insanlarıda vardır. Boston Doğa Tarihi Derneği’nde karşılaştırmalı anatomi küratörlüğü yapmış olan anatomi uzmanı Samuel Kneeland Jr., Julia’yı muayene edip tamamen insan olduğunu, “cinsiyetinin bütün işlevlerini yerine getirebilen, dört başı mamur bir kadın” olduğunu belirtmiştir. 1857’de Londra’da kaldığı otelin odasında onu görmeye giden zoolog Francis Buckland, yüz hatlarının “korkunç” olduğunu söylerken “tatlı bir sesi ve muhteşem bir müzik zevki olduğunu, ayrıca üç dil bildiğini” eklemiştir. Ona göre Julia’nın “gerçek hikâyesi, şekil bozukluğuyla doğmuş Meksikalı bir Kızılderili kadın olmasından ibaret”tir.
Dönemin en ünlü İngiliz bilim insanı Charles Darwin, onu görmeye Londra’ya gitmez, ama varlığından haberdardır; ayrıca Julia’nın dişlerinden alınmış alçı modelini görmüştür. Darwin, Variation of Animals and Plants Under Domestication kitabında, Julia’yı tüysüz köpeklerle karşılaştırarak, hayvanlar âleminde deri hastalığının fazladan dişle bağlantılı olabileceği tezini ortaya atar. Halbuki Julia’nın ağzında fazladan diş yoktur, sadece alçı dökümlerden yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açan dişeti şişmesinden mustariptir. Birileri zahmet edip kendisine sormuş olsa, ağzında normal sayıda diş bulunduğunu söyleyebilecektir. Ama onu muayene eden hekimlerin hemen hemen hepsi sorularını menajeri olan Lent’e yöneltirken, Julia sessiz sedasız öylece durmaktadır.
▪️
Evet JULİA PATRANA tam da Lent’in istediği gibi sessiz sedasız, kimsiz kimsesiz bir para kapısıdır. Sahtekar menajer Lent, Julia’yı sergileyerek inanılmayacak şekilde zengin olur. Ünlü sirkçi P.T. Barnum da dahil, bir çok erkek Julia’yla ilgilenmeye başlamıştır. Lent, yaşayan, nefes alıp veren yatırımıyla arasındaki anlaşmayı baki kılmaya karar verir ve Julia’ya evlenme teklif eder.
Julia’nın Lent hakkında tam ne hissettiğini bilinmez, ama Bondeson onun Lent’e âşık olduğuna, ve ona karşı “dokunaklı bir bağlılık” duyduğuna inanmaktadır. Julia’nın hayatının tamamının menajeri etrafında döndüğüne şüphe yoktur: Gün içinde, olur da birileri onu görür ve ‘yüzü eskir’ diye, sokağa çıkması yasaklanmıştır. Gittiği tek yer, geceleri yüzünü örterek götürüldüğü sirktir. Pek az arkadaşı vardır; ahbaplık ettiği bilinen Viyanalı oyuncu ve şarkıcı Friederike Gossman, sonradan Julia’nın üzerinde hep “hafif bir hüzün bulutu”nun dolandığını söyleyecektir. Ama sonuçta Julia, Lent’in teklifini kabul eder. Bir keresinde Gosmann’a “kocam beni ben olduğum için seviyor” demiştir.
1859’da çift Moskova’ya gider, Salomanski Sirki onu görmeye gelen kalabalıklarla dolup taşar. Aynı yılın Ağustos ayında Julia hamile olduğunu fark eder. Zorlu bir doğumun ardından 1860 yılının Mart ayında dünyaya gelen bebek, normalden epey büyüktür ve tamamen annesine çekmiştir: vücudu kıllarla kaplı, çenesi çıkıktır. Julia’nın onu kucağına aldıktan sonra ağladığı söylenir.
Bebek sadece 35 saat yaşar, Julia da bebeğinin ölümünden üç gün sonra vefat eder. Ölüm sebebi karın zarı iltihabıdır (peritonit); ama başka kaynaklar, evladının ölüne dayanamayarak vefat ettiğini öldüğünü belirtir.vicdansız para göz Lent, karısının cansız vücudunu görmek isteyen ziyaretçileri para karşılığında kabul eder.
Lent Julia’nın doğum yaptığı hastanede, Moskova Üniversitesi’nden Profesör Sokolov'la tanışır. Sokolov mumyalama uzmanıdır ve mumyalama ile tahnitçiliği birleştiren bir tekniğin tohumlarını atmıştır.Yeni buluş teknikle cesetler kanlı canlı görünebilmektedir. Lent eşi Julianın vücudunu mumyalatmak istediğini profesörle söyler yüksek bir mebla karşılığında anlaşırlar. Profesör Sokolov, Julia ile oğlunun bedenlerini satın alır ve üniversitenin Anatomi Enstitüsü’nde sergiler.
Julia’nın bedeni Anatomi Enstitüsü’nde sadece altı ay kalır. Sergide Julia ve oğlunun canlı gibi görünmesi Lent'e olağanüstü para kazanacağını hatırlatır. göründüğünü öğrenen Lent, Profesörle imzaladığı sözleşmedeki bir boşluktan yararlanıp onları geri almak üzere Moskova’ya gider. Julia ile oğlunun mumyalanmış bedenlerini 1862’de, bir şilin karşılığında görülmek üzere Londra’da teşhire koyar.
Birkaç yıl sonra Lent, Karlsbad’da Marie Bartel adında başka bir kadının Julia gibi rahatsızlığı olduğunu öğrenir. (Günümüzde Julia’nın rahatsızlığına konan tıbbi teşhis, yüz ve vücutta kıllanmaya sebep olan hipertrikoz lanuginoza, ve dudaklar ile dişetlerinde şişmeye yol açan dişeti büyümesidir.) Marie Bartel adındaki genç kızın peşine düşer ve genç kızın babasını Marie’yi asla gösteriye çıkarmayacağı konusunda ikna ederek Marie'yle evlenir. Ama sözünde durmaz, yeni eşi Marie'i kandırarak, Julia’nın “kız kardeşi” “ Zenora Pastrana ” adıyla, şarkı söyleyip dans etmek üzere Marie'yi sahneye çıkarır. Sahnede gizemli bir hava oluşturmak içim Julia ile oğlunun mumyalarını da vicdansızca kullanır.
Avrupa ve Amerika’da çıktıkları turnelerin ardından para göz Lent ve eşi Zenora sahne hayatını bırakıp St. Petersburg’a yerleşirler. Çok zengin, şaşaalı gayet lüks bir hayat yaşarken, Lent birden bire akli dengesini yitirir. Neva Nehri üzerindeki köprüde, neredeyse çırılplak bir vaziyette, bağırıp çağırarak elindeki paraları yırtıp yırtıp nehre fırlatınca, Marie onu bir akıl hastanesine yatırır. Aradan fazla bir zaman geçmeden, Lent bağıra bağıra akıl hastanesinde ölür. Marie ise, Almanya’ya dönüp Julia ile oğlunun mumyalarını satar. Anne-oğul, o fuardan bu eğlence parkına, o müzeden bu korku tüneline, onlarca yıl Avrupa’yı dolaşır.
1921 yılında, o dönem Norveç’in en büyük karnavalını yöneten Haakon Lund, Berlin’de bir Amerikalı’dan Julia ile oğlunun bedenlerini satın alır. 8000 nesnenin yer aldığı bir nadireler kabinesinin parçası olarak ülkeye getirilirler. Lund, kabinenin bazı parçalarını, zührevi hastalıklarla ilgili bir balmumu müzesiyle birlikte sergiler ve teşhire “Hijyen ve Anatomi Sergisi” adını verir. Sergi 1920’lerde “İnsanlık, kendini tanı” sloganıyla Norveç’i dolaşır.
Fakat o yıllarda artık insanlara ait acayiplikleri teşhir etme geleneği değişmeye başlamıştır. 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında “ucube” sergileri gittikçe gözden düşmeye başlar; Lund da sergisini halk eğitimi kisvesine sokmaya çalışır. Tuttuğu tıp öğrencilerine beyaz önlük giydirip sergiye rehberlik ettirir, sergi afişlerinde hiç olmazsa tıbbi ve bilimsel bilgi izlenimi uyandıran malzemeler kullanır. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler teşhirin muzır olduğuna karar verir ve balmumu modellerin eritilip mum yapılmasını emrederler. Lund bu emre uymamayı başarır.
Savaşı sağ salim atlatan Julia ve oğlunun bedeni 1950’lerde depoya konur. 1970’lere gelindiğinde, küçük çaplı geziler için vitrine çıkarıldıklarında gazetelerde yaygara kopar. 1973’te İsveç, cesetlerin bundan böyle kâr amacıyla sergilenemeyeceğini duyurarak mumyaların ülkeye sokulmasını yasaklar. Böylece seyahat günleri sona erer ve Lund mumyaları karnavalın Oslo yakınlarındaki deposuna yerleştirir. Üç yıl sonra, civardaki çocuklar depoya girip manken sandıkları Julia’nın kolunu kopartırlar. Polis ikisini de geri alır ama bebek onarılamayacak kadar kötü durumdadır. Çöpe atılır.
Julia’nın bedeni 1990’larda kamu vicdanını yeniden meşgul etmeye başlar: Norveç’te çıkan Kriminal Journalen dergisindeki gazeteciler, onu Oslo Adli Tıp Enstitüsü’nun bodrumunda çürümeye terk edilmiş halde bulurlar. Ondan sonra gazeteciler, akademisyenler ve devlet görevlileri, Julia’yı gömmeli mi yoksa biliminsanları inceleyebilsin diye gömmeden korumalı mı diye kıyasıya tartışmaya başlar. Sonunda Julia’dan geriye kalanların gömülmesine karar verilir ve 1997’de Oslo Üniversitesi Temel Hekimlik Enstitüsü’ne götürülür.
2005’te, New York’ta yaşayan Meksika doğumlu sanatçı Laura Anderson Barbata, Oslo’da konuk sanatçı olarak kalırken, Julia’nın bedeninin yurduna iade edilmesi için üniversiteye talepte bulunur. Üniversiteden gelen ilk cevaplar umut kırıcı olsa da Barbata vazgeçmez, Oslo’da çıkan bir gazeteye Julia için ölüm ilanı verir ve onun adına bir ayin düzenletir. 2008’de Norveç’te resmî makamlar önünde talebini dile getirmesine izin verilir ve sonunda komite “Julia Pastrana’nın, bedeninin bir anatomi koleksiyonundaki bir numuneden ibaret olmasını istemiş olamayacağı” konusunda hem fikir olur. Julia’nın memleketi Sinaloa’nın valisi ile Norveç’teki Meksika büyükelçisi de konuya müdahil olur ve Julia’nın Meksika’ya iadesi için resmî talepte bulunulur.
Julia’nın bedeni nihayet Şubat 2013’te, beyaz güllerle kaplı beyaz bir tabut içinde, doğum yerine yakın Sinaloa de Leyva kasabasındaki bir mezarlığa gömülür.
“Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun karşılığını, kim de zerre kadar kötülük yaparsa mutlaka onun karşılığını görür”
( Zilzal Suresi 7. Ayet )
Gül Gülasem ATEŞ