İNSANAT BAHÇELERİ - Human zoo
XV. Yüzyılın sonlarına doğru sarhoş denizcilerin küfürleri eşliğinde zifiri karanlık bir gecede başlayan okyanus dalgalarının kuşattığı, rüzgarın fırtınaların gizemli kuytusunda ister müstemlekecilik ister sömürgecilik diyelim kısacası kolonicilik denilen seyrü_seferlerle Afrika'nın yüreği delik deşik edilmişti. Acıdır can yakıcıdır ama bunu en iyi anlatan terim İngilizce bir deyim olan "Afrika'ya hücum"dur.
Siyah derili cam gibi parlak gözlü, kara pembe nasır tutmuş ayaklı canpare insanların misafirperverliğini, parayı TANRI - tağut edinmiş, yüreklerine kepenk indirmiş beyaz derili egoist Avrupalı yamyamlar, güneşin kavurduğu kara tenlerin kafesinde dupduru, bembeyaz kalmış yürekleri şovence işgal ettiler...
Bu gün, dünya barışından, kardeşlikten bahseden sergüzeşt beyinler, çok değil bir kaç asır öncesine kadar izlediği yağmacı / katliamcı politikayı görmezden gelip dünyaya sözde barış mesajları verirken, maskelerinin düşeceği günün gelip çatacağını tasavvur etmekten uzak şeytani planlarını gündemde tutmaya, hümanistce maval okumaya devam ediyorlar.
Evet derileri kara, yürekleri bembeyaz insanların kırmızı kiremitli pembe panjurlu evleri, buzdolapları, sokak lambaları yoktu. Uzaya roket fırlatmadılar, asansör kullanmasını bilmiyorlardı. Onlar, ok yay ve sadak üçlüsünden oluşan masalımsı silahları eşliğinde, kendi doğal ortamların da olağan hayatlarını idame ettirirken, birden bire ortaya çıkıp, büyük kıyamet öncesi dünyalarını alt üst / yerle bir ettiler.
Kapkara saçlı, siyah inci gibi parlayan derili, sımsıcak yürekli dost canlısı, masum Afrika halkı, sarı saçlı beyaz tenli taş kalpli Avrupalı maceraperest güruhlar tarafından aşağılanarak bir kuruşa satıldılar. Onbeşinci yüzyılın sonları 1767 yılında müthiş bir insan ticareti başlatılmıştı. Barbar Avrupalılara başka kıtalarda yaşamaya elverişli güçlü kuvvetli insan gücü gerekliydi. İngilizlerin başını çektiği bu ticarette , bu gün ERMENİ SOYKIRIMI yalanını onaylayan zalim yalancı Hollanda ikinci sırada yer alıyordu.
Silah ve içki ile değiş tokuş yapılarak ele geçirilen boğazlarından yada ayaklarından zincirlenmiş yüzbinleri aşan Afrikalı mazlum canlar, zalimlerin yeni dünya dedikleri Amerika başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesine götürüldüler.
Köle olarak götürüldükleri ülkelerde sadece bedava işçi olarak çalıştırılmadılar.
“Human zoo” Türkçe’ye tercüme edilmiş haliyle “İnsanat Bahçesi”, bundan 60 yıl önceye kadar Avrupa’nın göbeğinde varlığını sürdürdü.
İnsanat bahçesi (Human zoo)
Avrupalılar, ellerinde alışveriş listesine benzer listeyle Afrika’ya gidip patronların istediği insan tiplelerini yakalayıp Avrupa’ya kaçırıyor ve çeşitli ülkelerdeki “İnsanat Bahçeleri”nde hapsediyordu.
" İnsanat Bahçeleri " adı altında kurulan panayırlar çitlerle çevrili alanlardı. Buralarda ne olduğunu anlamaya çalışan masum karı - koca çoluk çocuk Afrika halkını sergileyip, hayvan muamelesine tabii tuttular.
Özellikle Portekizliler, XV yüzyıl sonundan başlayarak, Afrika kıyılarında köle ticareti- tüccarlık (!) yapıyorlardı. İnsan - köle tüccarlığı yapmak istiyenler devletten özel izin alıyorlardı. Bu işi tüyleri bile kıpırdamadan yapan ruhsuz - zalim adamlara “Contradator” deniyordu.
Bir contradator - köle taciri; belirli bir bölgenin tekeli karşılığında, ticaret hakkını kirayla hükümetten alırken, her yıl mutlaka krala iki zenci armağan ederler ve “mezhep tarikatlarına” para verirlerdi. Özgürlükçü modern beyaz adam (!) köleleri çoğunlukla, kabile savaşlarında tutsak düşen insanları, Kabil’e reislerinden satın alırlar, zenci ya da melez olan “Dombeiro “ - maceracılar, iç bölgelere baskınlar düzenleyip zencileri yakalarlardı. Çok geçmeden, XVII yüzyılda Angola’ya egemen olan Hollandalılar, sonra İngilizler ve Fransızlar, bu bol kazançlı (!) ticarete el attılar.
Köle taşıyan gemilere, “Tumberio”, yani “ölü taşıyıcıları” adı takılmıştı. Bu gemilerden birinde yolculuk yapan ve tüm çıplak gerçekleri gözleriyle görüp sonrasında kitap haline getiren İtalyan seyyah,
FRANSİSKENİ (İtalyan- Assisli Aziz Francesco’nun kurduğu Hıristiyan tarikatı rahibi) hatıratına şöyle not düşmüş;
“Erkekler güverte altında üst üste yığılmış, ayaklanıp gemideki tüm beyaz adamları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmıştı.
Kadınlar için, ayrıca güverte odası vardı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmış / çocuklar ise güverte aralarında balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal ihtiyaçlarını gidermek için
" sintineler " vardı ama çoğu yerini kaybetmek korkusu yaşadığından, bulundukları yere ihtiyaçlarını gidermek zorunda kalıyorlardı. Özellikle erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, yaşadıklar alan yer leş gibi kokuyor, leş gibi koku insana boğulma hissi veriyor, tüyler ürpertici canhıraş çığlıklar atarak, insanlar insanların üzerine çöküyordu. Varacakları limana kadar ölen ölüyor sağ kalanlar ise limana indirildikten sonra hemen işe koyuluyordu.''
Bu asrın kölelik anlayışı geçen yüzyıldan farklı olmakla beraber bakış açısı değişmemiş, “ siyah adam” Avrupalının içtiği bir fincan kahveye ödediği ücret karşılığın da saatlerce çalışmaya mahkûm edilmişti.
Ülkemiz de aydın geçinen zevat " bizi bağnaz Osmanlı, yobaz İslam düşüncesi geri bıraktı. Avrupa ve avaneleri refah içinde yüzüyor, uzayı komşu kapısı yaptılar " derken acaba bu zenginliğin kaynağını hiç merak ettiler mi (?! )
Batı’nın şaşalı yaşantısının kaynağının kanlı paraya dayandığının ne kadar farkındalar sormak gerek. Aslında bu tarz düşünen zevatlar / ağaçtan sıkılan yaprakların, sonbaharı bahane etmeleri gibi demagoji yapıyorlardı.
Gül Gülasem ATEŞ