×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Gül Gülasem ATEŞ

İnsanat Bahçeleri -- Mucize İlaç Kahve..

                   İNSANAT BAHÇELERİ 
      XV. Yüzyılın sonlarına  doğru sarhoş denizcilerin küfürleri eşliğinde zifiri karanlık bir gecede başlayan okyanus  dalgalarının kuşattığı, rüzgarın  fırtınaların gizemli kuytusunda  ister müstemlekecilik ister sömürgecilik diyelim kısacası kolonicilik  denilen seyrü_seferlerle Afrika'nın yüreği delik deşik edilmişti. Acıdır can yakıcıdır ama bunu en iyi anlatan terim  İngilizce bir deyim olan "Afrika'ya hücum"dur.
Siyah derili cam gibi parlak gözlü, kara pembe nasır tutmuş ayaklı  canpare insanların misafirperverliğini, parayı TANRI -  tağut edinmiş, yüreklerine kepenk indirmiş beyaz derili egoist Avrupalı yamyamlar, güneşin kavurduğu kara tenlerin kafesinde  dupduru, bembeyaz  kalmış yürekleri şovence işgal ettiler...

                                                          
Bu gün, dünya barışından, kardeşlikten bahseden sergüzeşt beyinler,  çok değil bir kaç asır öncesine kadar  izlediği yağmacı / katliamcı politikayı görmezden gelip dünyaya sözde barış mesajları verirken, maskelerinin düşeceği günün gelip çatacağını tasavvur etmekten uzak şeytani planlarını gündemde tutmaya, hümanistce  maval okumaya devam ediyorlar. 
Evet derileri kara,  yürekleri bembeyaz insanların kırmızı kiremitli pembe panjurlu evleri, buzdolapları, sokak lambaları yoktu. Uzaya roket fırlatmadılar, asansör kullanmasını bilmiyorlardı. Onlar, ok yay ve sadak üçlüsünden oluşan masalımsı silahları  eşliğinde, kendi doğal ortamların da olağan hayatlarını idame ettirirken, birden bire ortaya çıkıp, büyük kıyamet öncesi dünyalarını alt üst / yerle bir ettiler. 
 Kapkara saçlı, siyah inci gibi parlayan derili, sımsıcak   yürekli dost canlısı, masum Afrika halkı, sarı saçlı beyaz tenli taş kalpli Avrupalı maceraperest güruhlar tarafından aşağılanarak bir kuruşa satıldılar. Onbeşinci yüzyılın sonları 1767 yılında müthiş bir insan ticareti başlatılmıştı. Barbar Avrupalılara  başka kıtalarda yaşamaya elverişli güçlü kuvvetli insan gücü gerekliydi. İngilizlerin başını çektiği bu ticarette , bu gün ERMENİ SOYKIRIMI yalanını onaylayan zalim yalancı Hollanda  ikinci sırada yer alıyordu. Silah ve içki ile değiş tokuş yapılarak ele geçirilen boğazlarından yada ayaklarından zincirlenmiş  yüzbinleri aşan Afrikalı  mazlum canlar, zalimlerin yeni dünya dedikleri Amerika başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesine götürüldüler.
Köle olarak götürüldükleri ülkelerde sadece bedava işçi olarak çalıştırılmadılar. " İnsanat Bahçeleri " adı altında panayırlar kurup, çitlerle çevrili alanlarda  ne olduğunu anlamaya çalışan masum karı - koca çoluk çocuk Afrika halkını sergileyip, hayvan muamelesine tabii tuttular. 

                                                
Özellikle Portekizliler, XV yüzyıl sonundan başlayarak, Afrika kıyılarında köle ticareti- tüccarlık (!) yapıyorlardı. İnsan - köle tüccarlığı yapmak istiyenler devletten özel izin alıyorlardı. Bu işi tüyleri bile kıpırdamadan yapan ruhsuz - zalim adamlara  “Contradator” deniyordu. 
Bir contradator - köle taciri; belirli bir bölgenin tekeli karşılığında, ticaret hakkını kirayla hükümetten alırken, her yıl mutlaka krala iki zenci armağan ederler ve “mezhep tarikatlarına” para verirlerdi. Özgürlükçü modern beyaz adam (!) köleleri çoğunlukla, kabile savaşlarında tutsak düşen insanları, Kabil’e reislerinden satın alırlar, zenci ya da melez olan “Dombeiro “ - maceracılar, iç bölgelere baskınlar düzenleyip zencileri yakalarlardı. Çok geçmeden, XVII yüzyılda Angola’ya egemen olan Hollandalılar, sonra İngilizler ve Fransızlar, bu bol kazançlı (!) ticarete el attılar.
Köle taşıyan gemilere, “Tumberio”, yani “ölü taşıyıcıları” adı takılmıştı. Bu gemilerden birinde yolculuk yapan ve tüm çıplak gerçekleri  gözleriyle görüp sonrasında kitap haline getiren İtalyan seyyah, bir FRANSİSKENİ (İtalyan- Assisli Aziz Francesco’nun kurduğu Hıristiyan tarikatı rahibi) hatıratına şöyle not düşmüş .
 “Erkekler güverte altında üst üste yığılmış, ayaklanıp gemideki tüm beyaz adamları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmıştı.
Kadınlar için, ayrıca güverte odası vardı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmış / çocuklar ise güverte aralarında balık istifi gibi sıkıştırılmıştı. Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal ihtiyaçlarını gidermek için 

" sintineler " vardı ama çoğu yerini kaybetmek korkusu yaşadığından,  bulundukları yere ihtiyaçlarını gidermek zorunda kalıyorlardı. Özellikle erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, yaşadıklar alan yer leş gibi kokuyor, leş gibi koku insana boğulma hissi veriyor, tüyler ürpertici canhıraş çığlıklar atarak, insanlar insanların üzerine  çöküyordu. Varacakları limana kadar ölen ölüyor sağ kalanlar ise limana indirildikten sonra hemen işe koyuluyordu.''
Bu asrın kölelik anlayışı geçen yüzyıldan farklı olmakla beraber bakış açısı değişmemiş, “ siyah adam”  Avrupalının içtiği bir fincan kahveye ödediği ücret  karşılığın da saatlerce çalışmaya mahkûm edilmişti.
Ülkemiz de aydın geçinen zevat   " bizi bağnaz Osmanlı, yobaz İslam  düşüncesi geri bıraktı. Avrupa  ve avaneleri refah içinde yüzüyor, uzayı komşu kapısı yaptılar " derken acaba bu zenginliğin kaynağını hiç merak  ettiler mi (?! ) Batı’nın şaşalı yaşantısının  kaynağının kanlı paraya dayandığının  ne kadar farkındalar sormak gerek.  Aslında bu tarz düşünen zevatlar / ağaçtan sıkılan yaprakların,  sonbaharı bahane etmeleri gibi demagoji yapıyorlardı.

                                       
          Adı kahveydi, belkide  oda ülkesinden zorla kopartılan Afrikalı bir köleydi. tüm öğretilenleri ters düz ederek, '' O '' köle olarak çıkartıldığı zoraki yolculuğun ardından  tarihe adını “ efendi “ olarak yazdıracaktı. Nitekim de öyle oldu. Mucize ilaç -kahve uluslararası bezirganların,  kazıklı voyvodaların Avrupalı  şarlatanların sömürdükleri ülkelerde yetiştirilip piyasaya sürdürdüğü  değerli bir meta  haline gelmişti. Evet adı kahveydi, bilmeden  istemeden Kapitalizmin ve kurumlarının ortaya çıkışında büyük rol oynamış, kanlı kansız devrimlerin tohumları, entellektüel güruhun pineklediği kahvehanelerde atılmıştı. Buralarda  gizli, aşikar ticari ortaklıklar filizlendi. Ütopik siyaset ve sanat üzerine bitip tükenmez tartışmalar yapıldı. Ne olursa  olsun onun  naifliğine sâfiyetine kimse leke sürememişti. Çünkü o Alemlerin rabbi yüce Allah’ın (cc) insanlığa bahşettiği bir nimetti.
 Mis gibi kokuyor,  dost canlısıydı. Öyküsü hazin başladıysa da, mavi küre topraklarındaki, tüm insanlığı etkisi altına alan, gizemli kokusu ve lezzetiyle o bir efsaneydi.
 Kahvenin türküsünü  bir opera sanatçısından dinlediniz mi (?) bilmiyorum. “ O” her dilde her müzik türünde, her gönülde, her damak da aynı lezzeti bırakır. 
Huzurun çepeçevre kuşattığı bir  sahil kasabasının, rengarenk masalarla donatılmış şirin bir kır kahvesinde,  dostunuzla oturmuş kahvenizi küçük küçük yudumlarken, eski püskü bir radyodan  fısıltı şeklinde dalga dalga yayılan " Nazende sevgili yadıma düştü"  şarkısıyla irkilip, iyot kokusuyla kahve kokusunun raksına iştirak  eden dalgaların sesi, sizi kimbilir nerelere alıp götürür bilinmez ama o an gözlerinize dolunayın parlaklığı ıslak ıslak dolarken ; martıların silik gölgeleri kirpiklerinizde arz-ı endam ettiğinde, ruh cambazlığıyla göz yaşlarınızı bir solukta istemsizce siliverip ,  yüreğinizi allak bullak eden seranatla,  kır kahvesinin sihirli ortamına geri dönersiniz. 
İsterseniz şimdi sizinle, efsunlu bir zaman dilimine, mis gibi kokan kahvenin ana vatanına doğru asırları deviren  tarihsel bir yolculuğa çıkalım... 

                                 

        Kahve’nin anavatanı, Afrika Boynuzu'nda yer alan Doğu Afrika ülkesi  Etiyopya’nın ( Habeşistan) Kaffa yöresinin yüksek yaylalarıdır. Ülkenin başkenti yerel dilde "yeni çiçek" anlamına gelen Addis Ababa'dır. Afrika kıtasının en kalabalık ikinci ülkesidir. Habeşistan deyince ilk aklımıza gelen, kuşkusuz Kral Necaşinin ilk müslümanlara kucak açmasıdır.
▪️Habeşistan-Etiyopya Hıristiyanlığı ilk resmi din olarak kabul eden eski Hıristiyan devlet, İslam’ın Medine’den önce Afrika kıtasına yayılmaya başladığı aziz  ülke.
İslamiyetin ilk yıllarında Mekke’de yaşayan müslümanların gördüğü baskı ve zulüm dayanılmaz bir hâl almış, ambargolar, işkenceler birbirini takip ediyordu. Bu şartlarda, Peygamber efendimizin hazreti Muhammed  (sallallâhu aleyhi ve sellem) O, ülkesinde kimseye zulmetmeyen kraldır." diyerek övdüğü Habeşistan-Etiyopya hükümdarı Necaşi Eshame'nin ülkesine, Habeşistan'a hicret izni verdi. Farklı tarihlerde iki ayrı kafile halinde yola çıkan sahabe efendilerimiz Kızıldeniz'i aşarak Afrika topraklarına vardıklarında, burada Peygamber efendimizin (sav) söyledi gibi hürmetle karşılanıp aziz birer misafir gibi ağırlanırken,  bu ilgi ve alaka Mekke’ye ulaşmış Mekke müşriklerini ziyadesiyle rahatsız etmişti. Sonraki yıllarda büyük sahabeler arasında yer alacak olan Amr b. As (r.a.) başkanlığındaki heyet  bu ülkeye  doğru yola çıktılar. Niyetleri Kral Necaşi'yi Müslümanlar aleyhine kışkırtarak onların kendilerine teslim edilmesini sağlamaktı. Kral Necaşi, müşriklerin iftiralarını, yalanlarını dinledikten sonra, kendisine sığınan insanları da dinlemeden bir karar veremeyeceğini söyleyerek Müslümanların  saraya çağrılmasını istedi. Allah Resulü'nün (sav) amcasının oğlu, Hz. Ali'nin de büyük kardeşi olan Cafer b. Ebu Talip (r.a.) başkanlığında kral Necaşi'nin huzuruna çıktılar. O zamanın protokol kuralları uyarınca hükümdarın huzuruna çıkanlar secde ediyorlardı. Fakat müslüman sığınmacılar inançlarının gereği olarak bunu yapmadılar. Müşrikler bu duruma çok sevinmişler, istedikleri sonuca ulaşacaklarına inanmışlardı. Ama Necaşi bu olağan dışı eyleme tepki bile göstermemiş  saygıyla dinleyip sorular sormuştu. 
 Cafer b. Ebu Talip (r.a.)  soruları kısaca şöyle cevaplamıştı "Biz, cahil bir kavimdik. İçki içer, kumar oynar, zina eder, insan öldürürdük. Akla hayale gelmedik bütün kötülükleri işler fakat bir tek faziletli güzel bir iş yapmazdık. Allah (c.c.), bize  içimizden bir peygamber gönderdi. O bize doğru yolu gösterdi. Bizi her türlü kötülükten çekip çıkardı ve İyiliklerle- güzelliklerle faziletle donattı." Hıristiyan hükümdar Necaşi Eshame, onları büyük bir dikkatle dinledikten sonra, hazreti İsa (a.s.) ve hazreti Meryem'i sordu. Cafer (r.a.), hicretlerinden hemen önce inen Meryem sûresini okudu. O okudukça Necaşi'nin gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonunda eğilip yerden ince bir çöp aldı ve tarihe geçen şu sözleri söyledi;
▪️ "Allah'a yemin ederim ki, sizin peygamberinize nazil olanlarla, Hazreti İsa'ya inenler arasında şu çöp kadar dahi fark yoktur!.."

Habeş kralı Necaşi Eshame, Mekke müşriklerinin getirdiği hediyeleri de geri çevirip, kendi çevresindeki rahiplerin müdehalesine  rağmen ülkesine sığınan Müslümanları himaye edeceğini ilân etti. Kendisine sığınan Müslümanlarla çok kısa süre görüşmesine rağmen onların anlattıklarından ve yaşantılarından etkilenip İslam'ı kabul etti. Hicret'in 9. yılında, vefatını vahiy yoluyla öğrenen Peygamber efendimiz ( sav) anavatanında zulme uğrayarak topraklarına sığınan yüreklere kucak açıp, kol kanat geren adil hükümdarın  gıyabında bizzat cenaze namazını kıldırmış, müslümanların gönlünde taht kurdurmuştu.
Aynı zamanda Habeşistan,   kahvenin  Kral Necaşinin ve İslam'ın ilk müezzini BİLAL-İ HABEŞİ’nin ( ra) de ana vatanıdır.

                                     
Efsaneye göre yabani Kaffa (kahve )bitkisini  ilk keşfeden canlılar keçilermiş. Keçi ve deve sürülerinin çobanları güttükleri hayvanların bodur çalılar üzerindeki kırmızı meyveleri yedikten sonra, daha canlı  hareketli olduklarını görünce, ”bunda bir hikmet var “diyerek bu canlılığı yaşamak adına kendileri de  bu esrarengiz tohumları kaynatıp içmişler . 
Bu keşif sonrasında bölgedeki yerli halk da ihtiyaca binaen gizemli bitkinin tanelerini kah un haline getirip bir çeşit ekmek yapmışlar , kah meyveleri kaynatıp içmişler kah şifa için tıbbi amaçlı kullanmışlar .
Nasıl olduysa olmuş sevgili dostumuz 
 "Kahve"nin  şan’ı ana yurdunun sınırlarını aşarak hızla Arap Yarımadası'na  yayılı vermiş.. Kahve 11. Yüzyılda asıl Yemen'e geldikten sonra ününe ün katmış olsa da, 
300 yıl boyunca doğal haliyle içilmeye devam edilirken, 14. yüzyılda yepyeni bir keşfe imza atan tiryakiler, ateşte kavurdukları  kahve çekirdeklerini ezdikten sonra kaynatıp içmişler hemde ev halkına ve misafirlerine   sunmuşlar.
▪️Aslında kahve’yi ilk olarak işleyip içmeye başlayan sufilerdir derlerse de, kahvenin öyküsünün manevi boyutu  Hazreti Süleyman  (as) kadar uzanmaktadır.  Hazreti Süleyman (as) yolculuğu sırasında uğradığı bir şehirde şehrin sakinlerinin çaresi bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür ve Cebrail (as) buyruğu üzerine kendisine verilen  kahve çekirdeklerini kavurarak bundan hazırladığı içeceği hastalara içirir. Bunu içen hastaların kısa zamanda iyileştiğinin görülmesi üzere kahve içimi tavsiye edilmeye başlanmış. 
Manevi hazzı yaşamak için rabb'ine ulaşacak vesilelere sarılan Şeyh Şâzilî  hazretleri, bedenen ve rûhen uyanık kalabilmek adına özellikle geceleri kahve içtiği, ve kahveyi ilk kullanan sufilerden olduğu da iddia edilmektedir. 
Kahve 1470’li yıllarda Aden'e ulaşırken, 1475'de Suriye Şam'da dünyanın ilk kahvehanesi açılır.
1510’da Kahire’ye  1511’de Mekke’ye seyrüsefer eylemiş gönülleri feth etmiş tiryakilerinin yüreklerini mest etmişti kahve..
Kahire’de ilk kahvehaneyi  1521 yılında açarlar. Aynı yıllarda Halep, Şam, Bağdat ve Tahran’da kahvehaneler açılır.

 Sevgili dostumuz kahvenin çiçekleri beyaz ve rahiyası  müthiş , kirazı andıran kırmızı meyvesinin içinde iki çekirdek  arz-ı endam ederken , çocukluktan ergenliğe erişme süreci yaklaşık 3 yılmış. Her bir kahve  ağacı  insanlığa 30-40 yıl boyunca aralıksız  hizmet verirken , boyu 8-10 metreye kadar uzaya bilirmiş ama meyvelerinin kolay toplanabilmesi için  hizmette sınır tanımayan dostumuz 4-5 metre uzunluğunda bir çalı boyutunda kalmak için çevresinden yardım almayı da ihmal etmiyormuş. Yaprakları  barışın sembolü defne yaprağını andırırken , mevsim değişikliğinin verdiği soğuk dalgalardan oluşan rüzgarlara karşı gardını aldığından , derimsi ve kenarları dalgalı parlak ve sivri uçlu yapraklarını dökmezmiş.
Doğum yeri Ekvator kuşağı olsada dostumuz artık tam bir dünya vatandaşı . Sanırım bu özel yareni tanıyıp   içilecek kıvama geldiğin de damaklar da bıraktığı lezzeti  tatmak bambaşka bir haz olsa gerek... 

                                             

Yedi düvele diz çöktürmüş Osmanlı imparatorluğunun padişahı Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, Yemen'de severek içtiği kahveyi İstanbul'a getirmiş, o kadar çok meth ederek dostlarına ikram etmiş olacak ki,  kahve kısa zamanda  saray mutfağında yerini almış ve büyük ilgi görmüş. 
Akabinde saray görevleri arasına "kahvecibaşı" adında bir de rütbe eklenerek  kahve  ihtişamıyla saraya yerleşmiş. Kahveci başının görevi, padişahın ve devlet erkânının kahvesini pişirmek ve sohbetin  koyulaştığı en hararetli zaman da kahveleri  ikram etmekmiş. Bu nedenle kahveci başı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirmiş. Zamanla dostumuz kahve o kadar sevilip tutunmuş olacak ki Osmanlı tarihinde kahvecibaşından sadrazamlığa yükselenlere bile rastlanır olmuş.
Kısa sürede saraydan konaklara , ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının vazgeçilmezleri arasına katılarak gönülleri feth etmiş. 
Gemilerle  , kervanlarla İstanbul'a getirilen çiğ kahve çekirdekleri  satın alındıktan sonra yeni bir kimliğe bürünerek, tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişirilmiş.
 Suriye kökenli iki Arap 1544 yılında İstanbul’da Tahtakale’de
ilk kahvehane'yi açtıkların da kahve sevenler damak lezzetlerine kavuşmanın heyecanıyla kahvehanenin önün de çevreden geçen insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan uzun kuyruklar oluşturuyor , bir fincan kahvenin lezzetini yudumlamanın keyfini zirvede yaşıyorlarmış . Bu arada sağlıkçılar  kahvenin faydalı olup olmadığı  konusunda ayrılığa düşmüşlerse de zamanın Şeyhülislamı Bostanzâde Mehmet Efendi kendinden önceki şeyhlülislamların aksine  kahvenin haram olmadığını, hatta faydalı olduğuna dair fetva vererek herkesi şaşırtmış , aynı zamanda da çok sevindirmiş. 
Artık kahvenin yükselişini kimseler engelleyemezdi. Tüm ayrık otları temizlenmiş zirveye çıkması kaçınılmaz olmuştu. Şeyh Şazeli Hazretleri kahveci esnafı tarafından "pir" olarak kabul edilmiş , bu kabule bağlı olarak Osmanlı'nın son dönemlerine kadar İstanbul'un kurukahveci esnafı "Ya Hazreti Şeyh Şazeli" levhalarını dükkanlarından eksik etmezlermiş.
Sık sık İstanbul'a gelen Venedikli tacirler, Levanten  tüccarlar kahveyle tanıştıkların da bu içeceği çok sevmişler dostlarıyla da bu keyfi yaşamak için çuvallar dolusu işlenmemiş kahve çekirdeklerini Venedik'e taşıdıkların da , dost kahve yeni limanlara yelken açmış oluyordu. Avrupalılar  kahveyle ilk kez 1615'te tanışmışlar hayatlarına yeni katılan bu lezzeti gizemli içeceği çok sevmişlerdi. Ama 1645 de kahvehaneler açılana değin dostumuz kahve  limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılırmış. Yerden mantar biter gibi kısa zamanda sayıları hızla artan bu kahvehaneler diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler olmuş , Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de yeni sevdalılar edinerek adını zirveye yazdırı vermiş. 
Kahvenin cazibesi Avrupalıları kendisine sımsıkı , kördüğüm gibi bağlayarak yeni kahve dünyalarının ilk adımlarını atacak projeler oluşturmalarını sağladı. Evet köle olarak çıktığı yolculuğun sonunda o bir sultan o bir aşk , o bir kara sevdaydı. 
Bu sevda Avrupalılara dünyanın çeşitli yerlerinde kahve çiftlikleri / plantasyonlar kurdurarak büyük bir atılımı başlatmış oldu. Kelebek etkisiyle yayılıyordu.  Endonezya-Cava’da 1712 yılında kahve tarımı başladı. Hollanda , Cava ve Doğu Hint Adaları’nda, Fransa Antiller'de kahve yetiştirerek  yeni bir çığır açmış oldular.
Brezilya kralı 1727 yılında genç subaylarından birini kahve tohumlarından alması için Fransız Guyanası’na yollar. Ancak Fransız yetkililer bu kişiye kahve tohumu vermeyi  kabul etmezler. Eli - yüzü düzgün genç subay ülkesine dönerken valinin karısı kendisine bir buket gül verir. Kadın buketin içine subayın istediği kahve tohumlarını da yerleştirmiştir.
  Böylelikle kahve Brezilya da (1727), Jamaika da (1730), Küba da (1779), Venezüella da (1784), Meksika da  (1790) ve Kolombiya’da (18. yy sonları) kahve ziraatına başlanmıştır. Bugün Kahve üretiminin zirvesinde bu işe çok sonraları başlayan Brezilya vardır..
Kölelik zincirlerini kırıp ,  beyaz devrim yaparak tahta geçen asırlardır  hükümdarlığını sürdüren asil bir dost kahve. 
İster adına 
•Dil - rüba : Gönül - kapan / Gönül alan, 
•Dil- nüvaz: Gönül- okşayan 
•Dil- nişin : Gönülde yer tutan, Lâtif, hoş.
•Dil-sitan: Gönül alan " deyin kahve muhteşem gönül çelen bir lezzet. 
Mısralara köpük , köpük dökülen  
“Dil-Rüba”ya selam olsun..

                                               

YORUM YAPIN

haber yazılımı | Copyright © 2024