×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Yusuf DURU

İLK YAZI, MERHABA İLE BAŞLAR

İLK YAZI, MERHABA İLE BAŞLAR

 

Sevgili okurlar merhaba,

Elçi Haber’ de yazmam istendiği zaman önce biraz düşündüm. Sonra haber sitesini kuran kardeşim Salih Soner Güncan olunca neyi düşünüyorsun ki diye sarıldım kaleme. İnşaallah bundan sonra yayın hayatına başarılı işlere imza atarak ve gelişerek devam edecek olan Elçi Haber sitesinde zaman zaman sizlerle buluşacağız ve beğenmediğimiz, hoşumuza gitmeyen ve toplumun, insanlığın yararına olmayan işlere imza atanlara hep birlikte “YUF BORUSU”nu çalacağız.

Öncelikle neden Yuf Borusu oldu köşemizin ismi. Merak edenleriniz olmuştur mutlaka. Kısaca anlatayım efendim.

Kaybettiğimiz bir çok değerimiz gibi şehirlerimizdeki meczupların da kıymetini bilemediğimiz için bir bir aramızdan çekilip gittiler. Oysa bilenler bu meczupların şehrin bereket vesilesi olduğunu söylerler ve azami derecede onlara itina gösterir, gerekirse karınlarını doyurup üstlerine başlarına yeni elbiseler alır, onların gönüllerini hoş ederlermiş.

İşte İstanbul şehrinin meşhur meczuplarından Fırdöndü Yufcu İsmail dede ismindeki meczup, boynunda asılı olan bir yuf borusu ile gezermiş sürekli. Öfkelendiği, hoşuna gitmeyen, insanlara, hayvanlara, çevreye zarar veren birilerine yada birilerinin yaptığı işleri görünce hemen borusunu uzun uzun o adama, yere ya da mevkiye doğru dönerek çalar ve “Yuf Olsun Ham Ervahınıza günahkarlar” diye bağırarak çekilir gidermiş…

İşte bizde Yufcu İsmail dedenin hatırasını yad etmek için köşemizin ismini Yuf Borusu koyduk.

Yazımızın ilerleyen satırlarında bununla ilgili de bir hikaye paylaşacağız sizlerle.

Sevgili okurlar,

Eleştirmek bir sanattır. Tenkit sanatı gerçekten bedii ve her insanın yapabileceği bir şey değildir. Çünkü tenkit ederken, eleştirirken yani kırmadan, dökmeden, incitmeden ve kıssadan hisse aldırarak, konuya eleştiri getirmek ciddi birikim ve bilgi isteyen bir iş imiş eskiden.

Tabi şimdilerde iletişim kaynaklarının çoğalması, insanların birbirleriyle olan diyaloglarının saygıdan ziyade menfaat çerçevesi içinde dönmesi, insanın kalbiyle barışık yaşamak yerine, kalbi de gönlü de karışık yaşaması sebebiyle bu sanatın inceliklerini de unuttuk, unutmakla kalmayıp kaybettik, yok ettik.

Eskiler “İnceden dokundurma” diye bir ifade kullanırlardı. Bir konu hakkında eleştiri yapacaklarsa doğrudan söylemezler, dolaylı olarak veya kendi üzerlerinden misaller getirerek söylerlerdi. Şöyle ki, adam oğlunun bir huyunu sevmiyor, düzeltmesini istiyor. Bunu oğlunun yüzüne damdan düşer gibi, sert ve rijit ifadelerle söylemek yerine, kendi üzerinden aynı huya, davranışa benzer bir misal veriyor ve bundan dolayı ne kadar zarar gördüğünü anlatıyor, zor da olsa bu alışkanlığından, huyundan, davranışından vazgeçtiğini söylüyor.

Tabi oğlan da eşşek değil herhalde. Alması gereken dersi alıyor.

Gerçi zamane gençleri ders almak yerine ders veriyorlar o da ayrı bir konu. Malum sosyal medya denen duygu katili, his düşmanı, insanlık ayıbı, her gün birilerinin yerine utandığımız yerine dibine geçtiğimiz mecralarda, yemek yapmadan, göbek atmaya, boş çaydanlıkları babanın üzerine düşürme seramonisinden, güya şaka altında insanları zor durumda bırakmaya kadar her türlü (af edersiniz) herzeyi görmemiz mümkün. İşte zamane gençliği sırf birkaç dakikalığına meşhur olmak, sözde fenomen olmak için karşısındaki insanın kalbini kırmaktan, onu rencide etmekten, üstünü başını kirletmekten, doğrudan ya da dolaylı zarar vermekten, hakaret etmekten imtina etmediği için, insanlıkla bağlantılı, vicdani ve insaf merkezli bir çok hasletini de kaybetmiş, köreltmiş hatta yok etmiş durumda. Böyle olunca yukarıda yazdığımız “Tabi oğlan da eşşek değil herhalde” umudumuz suya düşüyor.

Yine eskiler “Arif olan anlar” diye bir deyim kullanırlardı. Verdikleri dolaylı yoldan mesajların, mesajı alan kişi tarafından algılanması, tefehhüm edilmesi ve anlaşılması yollu bir deyimdi. Şimdilerde bırakın Arifliği, adamlık kalmadığı için bu deyiminde kullanılmasına pek hacet kalmadı.

Şimdi Yuf Borusu ile ilgili halk arasında anlatıla gelen güzel bir hikayeyi paylaşalım sizlerle ve bugünkü yazımıza nokta koyalım efendim.

Hayli varlıklı bir adamın üç oğlu varmış. Zamanı gelince sırasıyla büyük ve ortanca oğlunu güzel düğünler yaparak evlendirmiş evlerini kurmuş ve yanından ayırmış. En küçük oğlunu da vakti gelince çok güzel bir düğünle, yine şehrin varlıklı ailelerinden birinin kızıyla evlendirmiş. Gel zaman git zaman küçük gelin mızırdanmaya başlamış.  

 “Baban öldükten sonra öbür kardeşlerin gelip mirastan pay isterler. Oysa babalarına hiçbir yararı dokunmuyor. Babana ben bakıyorum, çamaşırlarını ben yıkıyorum, yemeğini ben yapıyorum, her işine ben koşturuyorum. Şurada kaç günlük ömrü kaldı? Mallarını bize bağışlasa ne olur” diye kocasının başının etini yiyormuş.

Küçük oğlan karısının bu tarizlerine, baskılarına dayanamamış ve uygun bir zamanda konuyu babasına açmış ve babası da bütün malını mülkünü küçük oğluna vermiş.

Böylece küçük gelin muradına ermiş. İlk zamanlar yine büyük bir ilgi ve gayretle ihtiyar adamın hizmetini görüyormuş. Ancak malları aldığı için zamanla bu ilgi azalmış, bu gayret sönmüş ve artık yemeğini odasında yemesini, ortalıkta dolaşmamasını, ihtiyarlığın verdiği saikle kendini tutamadığını, evi kirlettiğini, arkadaşlarının yanında mahcup olduğunu filan söylemeye, açıktan ihtiyar adama hakaret etmeye başlamış.

Yaşlı adam bu duruma çok üzülüyormuş tabi.  Nihayet bir gün bu başına gelenleri dostuna anlatmış. Dostu yaşlı adama “Sana bir tavsiye de bulunayım. Herhangi bir bankadan bir kasa kirala. Ara sıra kasaya gidip bir şeyler koyar gibi yap. Bunu oğluna ve gelinine farkettirir. Bak o zaman saygınlığın nasıl artacak” demiş.

Adam dostunun dediklerini aynen yapmış, evdeki saygınlığı yeniden artmış, adam ölene değin mutlu bir şekilde yaşamış.

Adam öldüğünde daha cenazesi kalkmadan küçük oğlan babasının boynuna astığı bir zincirin ucunda bulunan banka kasasının anahtarını diğer kardeşlerine göstermeden alıvermiş. Onlar cenaze işleri ile uğraşırken, küçük oğlan ve karısı koşturmuşlar bankaya.

Büyük bir heyecanla kasayı açmışlar. İçinden boynuzdan yapılma bir boru ile bir de üzerinde küçük oğlumla gelinime yazılı bir zarf çıkmış. Zarfı açtıklarında babalarının el yazısını tanımışlar elbette. Not kağıdında aynen şu yazıyormuş.

“Sağlığında malını, mülkünü evladına bağışlayan ahmağın ruhuna yuf çekmek için bu borunun mezarıma konulmasını vasiyet ediyorum” yazıyormuş.

Efendim yeniden görüşünceye kadar kalbinizle barışık yaşayın.

Ömrünüz var olsun, Aşkınız Yar olsun.

 

 



YORUM YAPIN