DÖNEK KARDEŞ…!
1945 yılındaki Boraltan Köprüsü faciasında, Türkiye'ye sığınan subayların savaş hukukuna aykırı bir şekilde Sovyetler Birliği'ne iadesinin ardından 147 kişinin sınırın karşı tarafında kurşuna dizilerek katledildiğini biliyor muydunuz ?
Kabul edelim ki biz tarihi, yakın tarihimizi hiç bilmiyoruz. Efendim tarihi bilmek anlamak için zaman yolculuğu yapmak gerekmez. Tarih dünya milletlerinin acı ve tatlı olaylarıyla örülmüş, binbir gece anlatılsa da sonu gelmeyen gerçek bir öyküdür..
Boraltan Köprüsü Faciası, vicdanları buz tutmuş adamların İMZALADIĞI Türk tarihinde eşi benzerine rastlanmayan bir katliamdır. Tarih boyunca Türk milleti ne pahasına olursa olsun hiçbir koşulda kendisine sığınan sığınmacıları düşmana teslim etmemiştir. BORALTAN Türkiye'ye sığınan Azerbaycanlı mazlum insanların Iğdır'da Rus askerlerine teslim edilerek göz göre göre katledilmesidir.
Rus Bolşevikler tarafından 1920’de işgal edilen Azerbaycan 2. Dünya savaşında mecburen Rusların yanında yer aldı, Rus ordusuna asker verdi, çok sayıda Azerbaycan Türkü yok yere hayatını kaybetti, sakat kaldı veya Almanlara esir düştü. Savaştan sonra Stalin Azerbaycan’da cadı avı başlattı. Birçok Azerbaycan Türkünü, özellikle Almanlara esir düşenleri Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle zindanlara attırdı, Sibirya’ya sürdü, kurşuna dizdirdi. Bu baskılardan kaçan doktor, hakim, mühendis ve öğretmenlerden oluşan 146 Azerbaycan Türkü aydın 1944 yılında Aras Nehri üzerinden Boraltan Köprüsü’nü geçerek ana yurtları bildikleri Türkiye’ye sığındılar.
BORALTAN KÖPRÜSÜ..!
Boraltan Köprüsü (Serdarabat Köprüsü), Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen kavimlerin geçiş yolları üzerinde ”İyilik, yiğitlik, ululuk, büyüklük, bahadırlık” anlamında olan Iğdır şehrimizin sınır kapısına yakın olan Aras Nehri üzerinde gerdanlık gibi inşaa edilmiştir. Zamanın daraldığı anın feryadının gökleri titrettiği katliamda yaşananları keşke dili olsaydı da konuşsaydı köprünün sırdaş taşları.
O yıllarda Sovyetler Birliğinin başında kendisini dünya halklarının barış ve huzur içinde yaşamasına adamış sözde devrimci, gerçekte kan dökücü vampir diktatör komünist Josef Stalin vardı. Stalin Azerbaycan dahil olmak üzere bütün Türk illerinin üzerine akbaba gibi tüneyen kobra yılanı gibi kuşatan faşist bir işgalciydi. Türkiye’de “Türküm” diyen Turancıyım , Müslümanım diyen Ümmetçiyim diyen herkes vatan haini damgası yerdi. Katliamın sorumlusu dönemin Reisi cumhuru İsmet İnönüdür. İnönü Mustafa Kemal Atatürk’ün “ebedi şef” ünvanına kinaye olarak kendisini “Milli Şef” olarak etrafa kabullendirmeye çalışmış tam bir çıban başı Hitlere özenen faşist “Führer”dir.
Onun döneminde Amme cüzünden Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek yasaklanmıştı. Jandarma ve Polis, Koruma Kanunu adı altında çeşmelerin üstündeki eski yazıları kazımıştı. Eski yazılı hece taşları sökülmüş, Kur’ân-ı Kerîmler toplatılmıştı. Arşivler dahi yakılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor, Din aleyhtarı devlet terörü büyük hızla devam ediyordu. Bir evde bir eski harfli kitabın bulunması, kitap sahibinin şikâyet edilmesi hâlinde sürünmesine ve rezil edilmesine, hakarete uğramasına yetiyordu. Milli Şef İsmet İnönü tarafından, “Reisicumhur” imzalı belgede, “Tam Mevlid-i Şerif” ve “54 Farzlı Büyük ve Tam Namaz Hocası” isimli kitaplar, 25 Kasım 1944 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmıştı. zamanın Müftüsü Mustafa Efe, mahkemede duruşma sırasında “Evde Kur’ân okutuyordum” deyince, hâkimin kendisine, “Peki, sen bu memlekette Kur’ân okutmanın suç olduğunu bilmiyor musun?”
İşte 1944 yılında, din düşmanı faşist "Milli Şef" döneminde 146 Azerbaycanlı Türk aydını komünist işgali altındaki ülkelerinden kaçarak Türkiye’ye sığınmışlardı. 1944 yılında Türkistan, Sovyet Rusya'sı tarafından işgal edilince Sovyet rejimi kendisine karşı tehlike olarak gördüğü her şeyi yok etmeye başlamıştır.
Özellikle Türklerin yaşadığı ülkelerde taş üstünde taş bırakmayan Sovyet rejimi Azerbaycan'daki Türkleri de hedef almıştır. Sovyet rejiminin katliamlarından kaçarak kendilerine "anayurt" olarak gördükleri Türkiye'ye sığınmak isteyen 146 Azerbaycanlı aydın tarihe geçen bir katliamın mazlumlarıdır.. Katliamın ana örgüsünde Sovyet baskısından kaçmayı başaran aydınlar, Iğdır'daki sınır kapısına yakın yerdeki Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü'nü geçerek Türk sınır karakoluna sığınırlar. Hiçliğin kıyısında tsunamiye maruz kalmış bir milletin canhıraş çığlıklarının yankılandığı, Katliamın yaşandığı zaman dilimi, Mustafa Kemal Atatürkün asla gündeme taşınmayan bir numaralı düşmanı "Milli Şef" İsmet İnönü dönemi, emperyalist güçlerin oyuncağı olmuş, birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan körler ordusunun tozu dumana kattığı yıllardır.
2’’si kadın 146 Azerbaycanlı kardeşimiz kuşkusuz kendilerinin azılı Rus askerlerine geri verileceğine ihtimal bile vermiyorlardı. Türkiye'ye sığınarak kurtulduklarını düşünüyorlardı. Ama madalyonun öbür yüzü başkaydı. Eli kanlı kızıl komünist Sovyetler'den gelen istek üzerine karakoldaki askerler panik içinde Ankara ile temasa geçiyor ve sığınmacıların geri verilip verilmeyeceği ile ilgili bilgi almak istiyor. Hem Türk askerleri hem de sığınmacı Azerbaycanlı kardeşlerimiz Moskof Gavuruna iade edilmeyeceklerini kendilerine kucak açılacağından son derece emin bir şekilde Ankara'dan gelecek cevabı beklerken, Ankara'dan gelen acımasız cevap herkesin tüylerini ürpertir.
“ESİRLERİ İADE EDİN “ Bu akıl almaz korkunç cevap karşısında herkes dona kalır. Diller lal olmuş, korku ve şaşkınlık, sahili döven dalgalar gibi yüreklere salvolar yollarken Ankaradan tekrar cevap istenir. Fakat sonuç aynıdır
"Ülkelerine iade edin!"
BİZİ ÖLDÜRÜN GERİ VERMEYİN..!
Azerbaycanlılar, bu cevap karşısında "Lütfen bizi o azılı Moskof gavuruna teslim etmeyin, bizi siz öldürün ama teslim etmeyin. Kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz " deseler de, karakol komutanı içi kan ağlaya ağlaya 146 mazlum sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusyasına, teslim etmek zorunda kalır. Katliamın görgü şahitlerinin aktardığına göre iki kadın gruptan ayrıldıktan sonra diğer Azerbaycanlı mazlumlar kurşuna dizilerek şehit edildi. Hatta teslim işinde vazifeli Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın bu katliama şahit olduktan sonra psikolojik problemler yaşayarak aklını yitirdiği, o günkü Karakol komutanı genç subayın evine döndükten sonra yaşananlara dayanamayıp intihar ettiği belgeleriyle sabittir.
Kars’ın ilk kültür ve kütüphane müdürlerinden Temraz Kesemenli, Boraltan Köprüsü katliamının bilerek isteyerek halktan gizlendiğini söylemiştir. Yıllarca aziz Türk milletinden saklanan Boraltan katliamının tarihi de ilginçtir; 6 Ağustos 1945. Hiroşima'ya ilk atom bombasının atıldığı insanlık tarihine kara leke olarak kazındığı tarih.!
1950 yılından itibaren çokça tartışılan bu katliam hiç bir şekilde ele alınıp incelenmedi. Binlerce yıllık Türk tarihinde mültecilerin bu şekilde iade edildiğinin başka bir örneği yoktur.
Osmanlı döneminde, 1850'li yıllarda Macarlar ve Polonyalılar, Rusya'ya karşı ayaklandıklarında Osmanlı Devleti'ne sığınmışlar. Bunlardan bir tanesi de Lajos Kossuth'tur. Rusya Çarlığı o dönemde Osmanlı Devleti'ni savaşla tehdit etmiş, buna karşı Osmanlı bunu namus meselesi yaparak iade etmemiştir. Kısacası Türk tarihinde böyle bir iade vakası mevcut değil.
FACİASININ TANIĞI O KARA GÜNÜ ANLATTI!..
Boraltan Köprüsü faciası esnasında askerlik görevini yapan 98 yaşındaki Bekir Doğan orada yaşananları şöyle anlatmıştı;
"Onların feryadı, figanı, çığlığı... 'Sizde insaf, merhamet yok mu? Sizde Allah korkusu yok mu? Müslüman Müslüman'a bunu yapar mı, siz Türk değil misiniz? Türk olduğumuz için size sığındık, gölgenize geldik, bizi nasıl teslim edersiniz?' dediler. Hiçbir dine ve ahlaka sığmayan, yakışmayan bir facia bu. Bir Türk, bir Türk'ü götürüp ölüme teslim edemez. 'Bırakın dağılalım, ormanlara gidelim varsın bizi kurt yesin. Türkiye'de ölmek istiyoruz. Onun için türlü meşakkatlere katlandık.' diyorlardı."
Biz bunları köprüden teker teker isimleri okunarak teslim ettik. Sürüye sürüye köprüden geçirildiler. Allah kimseye öyle bir manzarayı görmeyi nasip etmesin. Zaten elimizden alıp götürdüler. Karşıya geçince 'Hoş geldiniz.' demiyorlar. Ellerinde ne varsa süngü mü tüfek mi, vurduğu zaman 'Allah' diye bağırıyorlardı. Keşke gitmeseydim, görmeseydim, bilmeseydim. Alnımız yerde, gözümüzde yaş, onların üzerimizdeki manevi etkiler bizi küçülttükçe küçülttü. 'Keşke biz de gidip ölseydik.' dedik. Rusların ellerine geçtikten sonra biz uzaktan bakıyoruz, öyle bir muamele ki hayvana yapılmayacak bir muamele. Haksız, insafsız, vicdansız bir muamele... Hepsini sıraya dizdiler makineli tüfekle taradılar. Mısır sapı gibi hepsi yere yığıldı."
Katledilen Azerbaycanlı kardeşlerimize ithafen 1977 yılında çekilen ve başrollerini Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan’ın oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak?” adlı sinema filmi de Boraltan katliamını konu alıyordu. 19 Aralık 1978 Salı günü saat 20.45’de Kahramanmaraş’ta bu film seyirciyle buluştuğunda Çiçek Sineması’na bomba atılır. Bombanın tahrip gücü olmadığı için sinema salonunda hayatını kaybeden olmamıştır.
Ruslara acımasızca teslim olan 146 Türk evladının elleri ayakları bağlanıp acımasızca infaz edilen Azerbaycanlı kardeşlerimizin kurşuna dizilmeden önce söyledikleri ağıt bu gün bile yürekleri paramparça etmektedir.
Allahu Teala şehit edilen tüm kardeşlerimize rahmet eylesin,mekanları cennet olsun inşallah.
~ ~ ~~ ~ ~ ~~ ~ ~ ~~
Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı, Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası. Karası, karası, merhamet fukarası, Karası, karası, merhamet fukarası, Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni, Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.
Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine, Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.
DÖNEK KARDEŞ…!
Azerbaycan'ın büyük milli şairi Almas Yıldırım, Boraltan Köprüsü katliamını "Dönek Kardeş" adlı şiirinde şöyle dile getirmiştir.
'' Türk denince özü, sözü mert olur, Dost deyince ayrılmaz bir fert olur, Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam, Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!
Türk; o Altayların dünkü eri mi? Yolunda can koydum, verdim serimi, Düştüğü ağlardan kurtulsun diye, Serdim ayağına doğma yerimi... Kardaş armağanı, dökülen kanlar, Bana mükâfat mı giden kurbanlar? Ben diyorum, Kayıhan'dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz, Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız'ımız, ay'ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık, Nerden doğdu bu imansız gayrılık? Alnımın yazısı, karadır kara,
Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller, Türklüğün kanayan kalbini sara.
Lânet Türk'ü hançerleyen bileğe.
Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim? Günah mı Türklüğe gönül verdiğim? Rusların açtığı yaradan derin, Anayurtta öz kardaştan gördüğüm. Seslenseydim, ses çıkardı her taştan, Ne beklersin sağırlaşan bir baştan. Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan, Ne bilem, kahpelik varmış soyunda, Girdiğim öz yurttan döndürülürken, Kanımın aktığı sınır boyunda Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem. ''
Gül Gülasem ATEŞ