×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Gül Gülasem ATEŞ

ANTİK- ACILAR...!

                                                  

                                                       

                                                           

                                              ANTİK- ACILAR...!

Anadolu, çağların süzgecinden geçmiş koskoca bir yarımada. Binlerce yıldır aşkların heyecanların savaşların barışların yaşandığı, kertenkelelerin, yılanların, aslanların saldırısına uğramış, bazen rengarenk, bazen karanlık güllerin açtığı, depremlerin beşik gibi salladığı bir coğrafya. Efsaneler vardı ustalarca yazıtlara kazınan, efsaneler vardı yürekten dışarıya taşınamayan. 

O zamanlar duvarlar yoksulların yazılı basını değildi. Onlar dertlerini, kederlerini mutluluklarını bu yüzyıla taşıyamadılar. Ama tanrılaştırılmış insanların saplantılı aşkları, bol keseden savrulan kibirli yalanlar, ihtiras uğruna işlenen cinayetler, fantastik öyküler, ego savaşları, hayal kırıklıklarının sarp yokuşunda, ANTİK - ACI metaforları süslerdi yazıtları. Biraz daha eşelediğinizde mitoloji ve tarihle harmanlanmış büyülü bir yolculuğa çıkarır sizi bu topraklar… 

Yeryüzünde sahte bir cennet hayatı oluşturma çabasıyla lavanta tarlalarının sarhoş eden kokuları arasında, acılarla yoğrulmuş insanların, kölelerin oynadığı oyunlar sergilenirdi tiyatro sahnelerinde..

Antik zaman diliminde insanlar, kıyıları döven kuvvetli dalgalarda şaha kalkmış atların bulunduğunu hayal ederler, kükreyen aslanların ürkütücü sesleri, Gladyatörlerin iniltileri, Apollon, Zeus, Ares, Artemis, athena, Demeter, Dionysos, Hades, Hera, Hermes, gibi tanrıcıkların aşkları, savaş naraları havada uçuşurken, tehdit ve aşağılamalarla itaatsizlikleri cezalandırmak, özgürlükleri boğazlamak adına aslanlara atılırdı insanlar.

Simsiyah gecelerin kucağında gizemle yoğrulmuş saltanatların orta yerinde eflatun bir sorgusu vardı hayatın. 

Zaman efsunlu, acılar kiracı değildi.

Acılar “Uyursam belki unuturum” diye, gözlerini sımsıkı yuman, susuzluktan çatlamış toprağın üzerine düşmüş kırık dallar gibi yüreklerde, keşmekeşlerin faşizan diktası altında ev sahipliği yapıyorlardı. Börtü böcek gölgesinde barınacak ot parçası bulamıyor, meyve veren ağaçlar kışa girmiş gibi hüzün girdabında yapraklarını döküyor, toprağın rutubeti uçmuş, çeşmeler kurumuş, kuyular çekilmiş, müthiş bir manevi kıtlık hüküm sürüyor, noktalama işaretleri henüz değer kazanmamış, tiranlar tarafından kahpece döşenmiş mayın tarlaları ve labirentlerin bilinmezliği içinde yaşayıp giderken insanlık‪, kimi nefsi ayyuka çıkartılmış tanrılaştırılmış aciz kullara, kimi güneşe, kimi Ay’a kimi de başka gezegenlere tapıyordu.‬

 Alkol fıçılarda saklanır, bir pula verilen değer kadına verilmez, ideolojiler havada uçuşur, teknolojiden uzak ama nefislerin girdabın da tanrı var mı ? yok mu ? felsefesi yapılırdı karanlık güllerin derlendiği saatlerde.

Binlerce yıl geçse de öyküler hep aynı kaldı tarihin kokuşmuş zifiri sayfalarında. 

Efsaneler kimi zaman hazindir, yakıcıdır, kavurucudur, şimşekler çakar, yeller eser umutlar savrulur gider. Kimi zaman da zevk verir yüreklere. Akdenizin yumuşak dalgalarıyla okşanan gizemli bir şehirde, güneşin gökyüzünde asılı kaldığı bir zaman diliminde, tarih çarkını çevirir ve masal başlar, develer tellallığı eşliğinde...

                                                                       

   ŞEYTANIN YOLDAŞI NEFİS..!

    Daha dün şuracıkta, denizle mehtabın el ele verdiği topraklarda yaşayan, Aspendos kralının ay ışığı gibi parlak, deniz gibi masmavi gözleri olan, herkesin evlenmek için sıraya girdiği, Athena adın da çok güzel bir kızı varmış. Efsane bu ya, güzelliği dillere destan prensesle evlenmek isteyenlerin haddi hesabı yokmuş...

Bu durum karşısında çaresiz kalan kral, gecelerden bir gece odasında uyumaya hazırlanırken, sıcak bir nefesin esintisiyle, ensesinden kuşatılıverir. İstemsizce arkasını döner ve pencerenin pervazında kendisine bakmakta olan kocaman bir baykuşla göz göze gelir. Kral şaşkınlığını üzerinden atamadan, baykuş bilgece bir ifadeyle krala seslenir. 

“Kim halkın için, ülken için en yararlı şeyi yaparsa kızını ona ver” der, gizemli bir şekilde ortaya çıktığı gibi, göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kaybolur.

Kral şaşkındır ama baykuşun sözlerinden çok etkilenmiştir. Heyecandan sabaha kadar gözlerini bir an bile kırpamaz, sabahı sabah eder, yattığı yerde, oradan oraya dönüp durur.

Sisli tepelerin ardından güneş kafasını uzattığı an, yatağından fırlar, üzerini bile değiştirmeden danışmanlarını yanına çağırır ve baykuşun ona verdiği bu muhteşem fikri adamlarına bir solukta anlatıverir. Çok kısa zaman da tüm ülkeye ve çevre komşu ülkelere tellallar yollanır.. 

Kralın topraklarından uzak bir ülkede yaşayan yakışıklı ve becerikli ikiz mimar kardeşler de bu haberi işitir işitmez hiç zaman kaybetmeden, atlarına atlayarak saraya varırlar ve krala kendilerinin de prensese talip olduklarını söylerler.

Prenses Athena’yla evlenmek için sıraya giren herkes, kralın gözüne girme adına ellerinden gelenden daha fazlasını yaparak, çok kısa zaman da ülke genelinde, büyük eserler ortaya koyarlar. prensese talip olan Mimar kardeşlerden Satyros, kıvrım kıvrım keçi yollarını aşarak, birçok zorluğu geçerek, yüce dağların, yamaçlarına saten bir çarşaf gibi serilen, rengarenk çiçeklerin kokuları eşliğin de, vadilerin üzerine muhteşem bir su kemeri, kardeşi Zenon ise şimdiye kadar eşi - benzerine rastlanmamış, bir amfitiyatro inşa eder.

Kral, ihtişamlı su kemerini görünce

 “ tamam bu mimar kızıma layık. Hemen haber salın, prenses Athena bu gençle evlenecektir. “ der..

Bunu duyan amfitiyatro’nun mimarı Zenon, diğer eser sahibinin kardeşi olduğunu unutup, kıskançlığından ne yapacağını şaşırır. Hemen bir plan kurar ve yaptığı eseri görmeye gelen kralı plana dahil eder.

 Kral ve adamları, mimar Zenon’un tasarladığı, amfitiyatro’yu görmeğe giderler. Tiyatronun en tepesine çıktıkların da, genç mimar, koşar adımlarla hemen tiyatro sahnesine iner ve sahnenin tam orta yerinde durarak, 

 “Kral kızını bana vermeli, kral kızını bana vermeli.” diye hafifçe seslenir.

Mimarın fısıltısı, tiyatronun en yüksek noktasın da bulunan Kral ve adamlarına kadar net bir şekilde ulaşmış, yaşlı kral şoke olmuş, yapıdaki bu muhteşem akustiğe hayran kalmıştır. 

Bu hayranlık karşısın da kral kızını, mimar kardeşlerden hangisine vereceğine bir türlü karar veremez. Günlerce, kara kara düşünür ama zavallı adamcağız işin içinden bir türlü çıkamaz.

Olağanüstü güzellikte tasarlanmış muhteşem yapıtlar onu adeta büyülemiştir. Bu eserlerin kendi toprakların da bulunmasının verdiği hırs ve gurur, gözünü - gönlünü kör eder. Gece bastırır bastırmaz, Ejderhaya dönüşen nefsi ve şeytanın işbirliğiyle, kehkeşanın aydınlığında, binlerce yıldır yeryüzünde eşi benzeri duyulmayan bir eyleme girişir .

Hemen, güzeller güzeli Prenses Athena’yı yanına çağırır ve vicdanı hiç sızlamadan, kılı bile kıpırdamadan, şeytanın alkışları eşliğinde canından öte sevdiği (!) biricik kızını, kılıçla ikiye ayırarak vakit kaybetmeden mimar kardeşlere gönderir.

Heyecanla kraldan gelecek haberi bekleyen mimar kardeşler prensesin ikiye ayrılmış bedeniyle karşılaşınca gözlerine inanamaz, allak bullak olurlar. 

Bu yaşananlar karşısında hüzün çökmüş, gerçeğin içinde muamma, muammanın içinde sır, sırrın içinde göz yaşları, bardaktan boşanırcasına yanaklarından yüreklerine akar. Mimar kardeşlerin dilleri lal olur, dizleri üzerine çöküverirler sadece yürek dilleri acıyla konuşur. Ardından bu hüzün, rüzgarlarla tüm şehri işgal eder, önce dağlara çarpar, sonra sağanak sağanak denize düşer. Eşi benzeri görülmemiş- duyulmamış zulmün şiddetinden deniz hırçınlaşır, dalgalar acıyla sahili dövmeye başlar. 

Şimdi, Akdeniz ağlamaktadır. Bütün ülke yasa bürünürken, kral geçte olsa yaptığı zalimliği anlar. Pişmanlığın kırbaçladığı,  yüreğinin acısını kaldıramaz olur ve kalenin surlarından kendisini aşağı bırakır, kayalara çarpa çarpa paramparça olur...

        ANADOLU..!

Zaman susar, kertenkelenin kırık tırnağından bir tabuta dolar tüm yalan düşler. Yüreklerin çelik ipleri kopar, sonra bir poyraz, bir karayel, bir lodos tekmil rüzgarlar, gökyüzünde asılı kalmış, ipsiz rengarenk uçurtmaları vurur.

Tarlalarda, teri soğumuş yorgun gölgeler uzar, içi boşalır sevda yüklü eskimiş bedenlerin. Havada ki kuşlara özenilse de bir ara, kanatlar kırık, kanatlar yolunmuştur bu coğrafyada. 

Tarih boyunca çok sayıda medeniyetin kurulup yıkıldığı stratejik bir nokta Anadolu. Öyküler, romanlar farklı dilde, kültürde üretilse de her çağda, sislerin içinde, bilinmezliğin girdabında , ne çok antik aşklar, ANTİK-ACILAR yaşanmış, unutulmuştur renk yelpazesi bu kadim Anadolu topraklarında. Yaşanılan her şey elbette imtihan, kıyamete değin konup- göçülen bir han kapısıydı, milyon yaşındaki bu yaşlı dünya..

   Medeniyetler beşiği Anadolu’nun her karış toprağında görülmemiş- duyulmamış, yeni yeni öykülere imzalar atılırken, uzaydaki yörüngesinde güneşin çevresinde dönmeye devam eden dünya denilen mavi kürede, rüzgârlara fısıldayan yakarışlar, yüreklerdeki şiddetli depremler, coşkun gözyaşları, ağıtlar, usul usul yerini huzura bırakmış, Alemlerin Rabbinin emir'i üzere hareket eden güneş, kara bulutları yırtarak, umut adına görünmeye başlamıştı. Güneş, gökyüzünde asılı duran, muhteşem ötesi koskocaman bir ateş topu. O hayat, o renk, o ümit. O da biliyordu ki, sonsuz gibi görülen bu kainatta, bir yap-bozun, küçücük bir parçasından başka bir şey değildi.

Kadim Anadolu toprakları, insanlık tarihi boyunca sayısız uygarlığın beşiği olmuş, gizemli hikayeleri bağrında saklamıştı. Kayalara kazınmış silüetler, ceylan derilerine, tabletlere yazılmış idiller, nice sevdaları, savaşları günümüze kadar taşıdı, asırlar boyunca unutulmasın diye..

  Fİ tarihinin kış perdesi çoktan düşmüş, uçsuz bucaksız ovalarda, gelincikler, papatyalar, lavantalar baharı kucaklamış, gafletten sıyırılıp, öze dönüş, bir diriliş, bir silkiniş, yeniden doğuş, tazeleniş, hüznü terk ediş, tefekkür mevsimi bitmesin diyordu. Yürekleri, sevdalinkalar ığıl ığıl tutuştururken, ateşin yalnızca Olimpos dağının tepesinde yanmakta, olduğunu sanan sergüzeşt beyinler, dolunayın çepeçevre kuşattığı, Apollon tapınağının, yapay ihtişamına kapıldılar da, Zümrüdü Anka'nın kanatlarıyla, Kâlû belâ / bezm-i elest’ten, taşıdığı ilahi daveti unutup, gökyüzünü leylak rengine boyayan, batılı yakıp kavuran, Hazreti İbrahimi yakmayan, ateşi bilemediler..

Bir damla atık sudan yaratılan insan, ahir zaman denilen Zero zaman diliminde, sorumluluk duygusunu, yaratılış gayesini, yaratanı ve onun buyruklarını unutup, zevk-ü sefa peşine düşerek kainatın sahibini yok farz ederek, faşizanca yakıp yıkarken dört bir yanı, işgal ederken bahçeleri bağları, oyun kuran Ve bozan 

Hiçbir gücün karşı koyamayacağı ALLAH Azze ve Celle’nin ŞAN’ını unuttular ..

 Vee kağıttan salıncaklarda sallanmaktan yorgun düşmüş fırtınalı yüreklere merhem olsun diye, güneş firar ederken geceye, martılar, morun efsunlu dalgaların da ahenkle dans ederken, gecenin sessizliğine ramak kalmıştı. Sessiz ama ihtişamla yıldızlar arzı endam ediyordu gök kubbeye. Bülbülün şakıması yürekleri mest ederken, yine gece olmuş, umut saçan yıldızlar balıkçıların ağlarına yakalanmışlardı birer birer. Ağlardan sızan ışık huzmecikleriyle - yakamozlar raks ediyorlardı sahilde. 

 Balıkçı tekneleri, vira Bismillah nidaları, nasırlı eller ve avuç, avuç dualar vardı sağanak, sağanak yağan şiirlerde. Yarın sabah olacak, güneş yine tutsak kalacaktı Anadolu semalarında.

Karanlığın göğsünden uyanan güneş, alçaktan uçarken seher vaktinde, özlem dolu fadolar yankılanıyordu yüreklerde. Sevda kokulu gemilerden mektuplar potkallarla salınırken dalgalara, nazenin bakışlar maviye hasret yalpalarken yeryüzünde, gök ile deniz umuda - maviye mektuplar yolladılar ihtişamlı kuyruklu yıldızın tozlarına tutunarak.

Sararmış eski fotoğraflarda kalan anılar, binlerce yıl öncesinde yazıtlara kazınmış, yitik düşlerden, kopan fırtınalardan elbette, habersizlerdi. Tarumar olmuş dünleri umuda bağlamak adına, sarı, kırmızı, mor çiçeklerin sarhoş eden kokusunun güftesinde, kelebeğin kanadına tutunmuş bir minik serçe yavaşça havalanıp kuğu zarafetinde uçuyor ve hakikatin yüreğine konuyordu.

Ardından geceyi yırtan bir nida yankılanıyor dalga dalga yayılıyor, Med-Cezir sonrası çekilen suların tekrar sahile yayıldığı gibi..

"Hayye ale's-salâh" (Haydi namaza) , "Hayye ale'l-felâh" (Haydi kurtuluşa)

  Antik-Acıların yaşandığı, çilekeş  Anadolu topraklarında hüzün kalemleri kırılıyor sevdalinkalar, özlemler dolaşıyordu, duaları soluyan nefeslerde. Ağustos'a beş kala, gölgelerden aynaya yansıyan mor çiçeklerin beşiğinde bir Laci gece. Gecenin avuçlarında dualar, duaların yelkenlisinde aminler. Aminlerin gölgesinde umut, umutta kainatın sesi...

▪️“Onlar dinlerini oyun ve eğlence edinmişler ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. İşte onlar bu günlerine kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr edip durdularsa, biz de onları bugün öyle unuturuz.”

        (A’râf Suresi / 51.Ayet )

▪️“ Onlar da gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” 

 ( Bakara Suresi / 134. Ayet)

 

     Gül Gülasem ATEŞ

 

 

YORUM YAPIN