KULUN RABBİNE KARŞI EDEBİ
Sevgili okurlar, bugün beşinci kısmını yazdığımız ALEM OLAN ADEMİN EDEP ANLAYIŞI serimizin en önemli başlığına geldik. Aslında bu konuyu birinci sırada yazmalıydınız diye düşünenler olabilir ancak konunun ehemmiyetine binaen, on kısım olacak bu serimizin tam ortasında, beşinci kısımda yazmayı uygun gördük.
“Nefsini bilen Rabbini bilir” ilahi ikazına mazhar olmuş, eşrefi mahluk olarak yaratılmış ve seçilmiş varlık olarak Rabbi Rahim tarafından büyük bir paye ve şeref verilmiş insanoğluna bahşedilmiş olan en önemli ikramlardan biri de edeptir.
Edep öyle bir elbisedir, öyle bir örtüdür ki, kim giyse ya da üstüne alsa onu aydınlatır, ışıtır, yaraşır, yakışır ve güzelleştirir. Hani deriz ya bu tam da bana göre dikilmiş diye. İşte edep elbisesi tüm kulların ruh ölçülerine göre dikilmiş, oluşturulmuş bir giysi olarak telakki edilirse, kim giyse onun üstüne tam oturur ve onu sarar. Hele ki bizi yaratan, donatan, doyuran, yaşatan Rabbimizin rızası için bu elbiseyi üzerimize giyer, onun için edep örtüsü ile örtünürsek en çok da o yakışır kul olarak bizlere.
Kıymetli dostlar, sevgili okuyucular. Biz, tüm ruhların bir araya toplanarak ilk soruya muhatap olduğumuz, “Elest Bezmi” dediğimiz vakitte bir söz verdik. Bu söz, bize sorulan bir soruya karşılıktı aslında. Rabbimiz tüm ruhlara hitap etti. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye. Bilinmeyen bir konunun açıklanması üzerine sorulmuş, konuyu öğrenmek adına izhar edilmiş bir soru değildi bu. Aksine teyit içeren, cevabını verenin kabulünü ortaya koyacak olan ve verilen cevapla aynı zamanda çok önemli bir sorumluluğu üstlenerek, bu sorumluluk hakkında söz vermemizi için sorulan bir soruydu.
Yani Rabbimiz bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda bizden bunun teyidini alarak kendisine söz vermemizi istediği için böyle bir soru sormuştu. Rabbimin affına sığınırak küçük bir örnekle bunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışacağım.
Çocuğumuza, bir yakınımıza, öğrencimize sahip olduğumuz herhangi bir şeyi teyit ettirmek için sorarız ya “Bu benim değil mi?” Ya da “Bu halı değil mi?” “Bu çay bardağı değil mi?”
İşte Rabbimizin bize sorduğu sorunun mahiyeti de tam burada ortaya çıkıyor. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık bütün ruhlar “Elbette sen bizim Rabbimizsin ey Allahımız” diyerek teyit ve tasdik ettik. İşte bu teyit ve tastikle birlikte ikrar ve kabul ettik ki “Sen bizim Rabbimizsin elbette ey Allahımız, senin emir ve yasaklarına uymaya söz veriyoruz kulların olarak” dedik.
Burada konumuz edep, açık olarak karşımıza çıkıveriyor. Bu sorunun ehemmiyetine, verilen cevabın güzelliğine istinaden haza bir edeb abidesi olarak yaratılmış olan kulun tüm ruh seciyesi ile bu edebi ortaya dökmesi, tüm hayatı boyunca asli vazifesi ve sorumluluğu olarak omuzlarına da yüklenmiş olmaktadır.
Ruh olarak halk edildiğimiz ve vakti saati gelince bedene büründüğümüz, sonra da zamanımız bitince tekrar asli vatanımıza döndüğümüz, ebedi olarak yaşayacağımız son suale varıncaya kadar ki yaşam, ölüm ve sükun sürecinde her an yanımızda olan, canlıyken şah damarımızdan daha yakın olan, öldükten sonra alemi ervahta onun nazarı ve tahakkümü altında olacağımız dostumuz, Mevlâmız, Yaratıcımız, Halkedicimiz Allah Subhanallahi ve Teala’dır. Ne vakit onu anarsak her an yanımızdadır. Çünkü bunu kendisi vaad ediyor.
“Ben, beni zikreden kimseyle beraber olurum.”
“Ben, kalpleri benim için mahzun olan kimselerle beraberim” buyuruyor.
Burada bize kul olarak düşen hakkıyla ve layıki ile Rabbimiz subhanallahi vetekaddesi tanımak, kendimize dost edinmek ve kulluk bilinciyle ona ibadet etmek, varlığını bilmek ve birlemektir. İşte burada Rabbimizi bilmek ve birlemenin belli başlı edepleri vardır.
Kıymetli dostlar, Müslüman olan, olduğunu söyleyen ve kabul eden kimse bir kere İslamın tüm kaidelerini, kurallarını kabul etmiş ve onlara uymaya söz vermiş kimsedir. Burada hemen şunu belirtelim. İslâm’ın bir kısım emir ve yasaklarını kabul ederek, bir kısım emir ve yasaklarını kabul etmemek diye bir durum söz konusu olamaz. Ya kabul edilir, yaşanır, ya da inkâr edilir yaşanmaz. Orta yolu bulalım, orta yolda buluşalım gibi saçma sapan ifadeler bu din ve bu dinin kuralları için geçerli değildir, kabul edilemez. Çünkü İslâm’ın kendisi orta yoldur ve insanları hayırdı, güzellikte, nimette, şükürde, hayatta, mematta yani ortak müştereklerin tamamında en sağlam, en akli ve en net şekilde birleştiren, bir kılan, bir araya getiren, cem eden yoldur, Hak ve gerçek dindir. Çünkü Rabbimiz İslâm’ın indirilişi ile tüm batılların hükümlerinin, kural ve kaidelerinin ortadan kaldırıldığını bildiriyor. Tabi bu inanan ve inandığını kabul eden Müslümanlar için geçerli bir husustur.
Buradan hareketle Müslüman tüm ibadet ve amellerinde Rabbinin rızasına kavuşmak ümidini taşır. Bu hakiki manada bir ümittir. Çünkü Rabbimiz, kuluna müjde veriyor ve diyor ki “Rahmetimden, merhametimden ümidinizi kesmeyin.” Tüm amel ve ibadetlerimizde edebe riayet etmek bu ümidi kuvvetlendirir ve çünkü Enes Bin Malik Radiyallahu anh’ın dediği gibi Amellerde edebe riayet etmek, onların kabulüne en net işarettir.
Amelde ve ibadette edebe nasıl riayet edilir? Hemen onu açıklayalım. Ef’ali Mükellefin, yani mükellef olan, sorumluluk alma yaşına gelmiş olan, sorumluluk alabilecek çağa yetişmiş olanların uyması gereken, mükellef oldukları kurallar şöyle sıralanır.
Farz, Vacip, Sünnet, Müstehab, Mübah
Yine mükellef olan, sorumlu olanların kaçması, sakınması, yapmaması ve hayatı boyunca dikkat etmesi gereken konu başlıkları, yasaklar ise şöyle sıralanır.
Haram, Mekruh, Müfsit
Şimdi edepli bir Müslüman için şöyle bir tablo çizelim. Bakalım edebin bize kazandırdığı ve edepsizliğin bize kaybettirdiği konular nelermiş?
Bir Müslüman, inanmış bir Müslüman ama. Sağa sola kaymayan, “bana göre şöyle olmalı” demeyen (Dinin ve imani konuların bana göresi olmaz çünkü) Rabbine sadık ve ona verdiği söze edeble, sadakatle riayet eden bir Müslüman yaşadığı hayat sürecinde şayet mubahlara dikkat eder, onlara itina gösterir ve mümkün olduğu kadar edeble riayet etmeye çalışırsa, müstahaplar ona çok kolay gelir ve hiç zorlanmadan uygular, uyar. Müstahaplara uyan, onları icra eden ve yerine getiren Müslüman için peygamberimiz efendimiz aleyhisselam’ın sünnetlerine, edeplerine, hayatından, kendi hayatına örneklendireceği tavır davranışlara uyması çok kolay olur. İşte kul Rasulullah’ın sünnetine uymaya devam eder ve bunları itina ile yerine getirirse vacipler ona yük olmaz, vaciplere hakkıyla riayet edene ise Farzlar bal tadındadır. Kıldığı namazdan sonra damağında ve dimağında kalan lezzeti yeniden yaşamak için iki vakit arasını iple çekerek Rabbinin huzuruna durmaya can atar.
Edeple varır makama ve lütufla döner. Çünkü bunun kazancı çok büyüktür. İşte dimağında ve damağında kalan tadı bir an evvel yeniden, tekrar ve yeniden tadabilmek için çaba sarf eder, edepli bir şekilde nafile namazlar kılar, tespihlerine devam eder, zikrine devam eder, her an, zamanın en küçük diliminde dahi Rabbinden ayrı olmadığını hisseder, ona göre edepli olmaya, edepli yaşamaya, edebi tüm hayatına uygulamaya gayret gösterir.
Amelde ve ibadette edebe riayet etmeyi minicik bir misalle pekiştirelim isterseniz. Çevremizde mutlaka ihtiyaç sahipleri vardır. İşte onlara yardım ederken aşikâr bir şekilde yardım etmenin ve gizleyerek, kimseye göstermeden sadece Rabbiniz, siz ve ihtiyaç sahibi arasında kalmasına itina göstererek verirseniz ki bu edepli bir davranıştır, işte o vakit mükafatınızın boyutu, haddi, hesabı sadece Rabbinizin katında gizli tutulmakta ve karşılığını sadece Rabbinizin bildiği bir amel işlemiş olmaktasınız.
Nitekim Allah teala subhanehu ve tekaddes şöyle buyuruyor.
“Eğer sadakaları aşikâr verirseniz o ne güzel; onları gizler, bu şekilde verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, (gizli olarak vermeniz sebebiyle) günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdardır” (Bakara, 271)”
Sevgili dostlar çok güzel bir ifade vardır. Bizim kültürümüzde bunu sık sık dillendirildiğine şahit olmuşsunuzdur mutlaka. Der ki söz sahibi erdemli kişiler.
“Kula bela gelmez hak yazmayınca
Hak bela yazmaz kul azmayınca”
Azgınlık ve hadsizlik, edepsizliği ortaya çıkaran en önemli ahlak inkırazıdır. Günümüzde maalesef özellikle büyük şehirlerde insanların kendilerine ait dinler oluşturdukları ve bu dinleri de hiç perva göstermeden, büyük bir rahatlıkla ortalığa serdettikleri, inkarlarına şahit tutmak pahasına inanmadıklarını ya da yeni ifadeler kullanarak, deist, ateist ya da inançsız olduklarını ortalığa dökmektedirler.
Bundan daha büyük bir edepsizlik olabilir mi? Sahibi olduğu kesin olan ve her şeyin yaratıcısı olan Allah teala subhanallahu ve tekaddes’in yarattığı dünyada yaşıyor, onun verdiği nimetlerle müzeyyen bir vaziyette yaşıyor, onun müsaadesi ile nefes alıyor, yiyor, içiyor ve hayatını devam ettiriyorsun ama sana tüm bu nimetleri vereni inkar ediyor, inanmadığını söylüyorsun.
Bu nasıl bir edepsizliktir ki hem kabul etmiyor, hem de O’nun mekanında, O’na kafa tutuyorsun, baş kaldırıyorsun. İşte merhametin ve rahmetin tecellisi de burada ortaya çıkıyor. Rabbimiz tüm bu edepsizliğine rağmen kuluna zulmetmiyor, “ihmal” etmiyor, “İmhal” ediyor yani tövbe etmesi, gerçeği görmesi edeple huzura varması için mühlet veriyor, süre tanıyor.
Kalemin ve kelamın sahibi olan Rabbimiz çok merhametli ve esirgeyici, bağışlayıcıdır. Büyük mesnevihanlarımızdan Tahirül Mevlevi “Edep hem terbiye, hem edebiyat” demektir derken kalem ve kelam sahibine olan hürmetini de dile getirmektedir.
Yine Şinasi bir tespitinde şöyle söylüyor.
“Edebiyat fennî bir marifettir ki, insana edep hasletini kazandırdığı için ona edep, edebiyatçıya da edip denmiştir.”
Yine güzel bir söz vardır ki asırlardır dilimize dolanmış ve bizi kendimize getirmek için söylenmiş inci taneleri gibi yüreğimize işlemektedir.
“Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep / Her hüner makbul imiş illâ edep illâ edep.”
Evet İlla edep, illa edep…
Hazreti Aişe Radiyallahu Anha peygamberimizi kastederek şöyle söylüyor. “Onun ahlakı bütünüyle Kur’an’dı” Bu söz şu ayeti bize ayna kılmaktadır. “Şüphesiz sen büyük ahlak üzeresin” (Kalem Suresi, 4. Ayet)
Kendimize Kur’anı Kerimi rehber edinerek, peygamberimiz efendimiz aleyhisselatü vesselamın hayatını örnek alarak yaşayacağımız hayat bizi Rabbimize karşı edepli kılacaktır. Bütün mesele bu kadar basit. Öyleyse en kısa zamanda “taklidi iman” mesabesinden, “tahkiki iman” mertebesine çıkmalı ve inandığımız dini tahkik ederek, araştırıp öğrenerek inanmalı, amellerimizi ona göre tahkik ve tanzim etmeliyiz.
Tabi bunu yaparken Rabbimize, bize bahşettiği bu dine ve bu dinin yüce peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü aleyhi ve selleme edepli bir kul, dost ve müntesip olarak yaklaşmaya, davranmaya çok dikkat etmeliyiz. En basit ifadesiyle, bir kamu kuruluşundaki idareciye ismini zikrederken sayın diyecek kadar dikkatli davranıyorsak efendimiz aleyhisselamın ismini anarken de kendisine ait ihtiram sözcüklerini kullanmaya azami dikkat göstermeliyiz.
Bazı profesör ünvanlı sergerdelerin yaptığı gibi sadece ismini zikredip hem de pervasız ve edepsizce (haşa) hafife almak gafletine düşmemek lazım.
Yani dostlar, bir Hak dostunun söylediği gibi, “Ademi ikmale sebep, lazım olan cümle edep” böylece yine kendimizi ikmal etmiş ve düzeltmiş oluruz, Rabbimizin huzuruna çıktığımızda mahcup olmayız, kemerbestei edeple yaşadığımız sürece vesselam.