×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Gündem Ekonomi Sağlık Spor Türk Dünyası Kültür Sanat

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri E-gazete Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Türk Mimarisinin İncisi: SARAYLAR

Türklerin saray mimarisi alanında verdikleri erken örneklerden günümüze pek az kalıntı gelmiştir. Yine de bu kalıntılardan o yapılar hakkında bir fikir edinilebilir.

Yaşam Gündem Dünya Ekonomi Sağlık Bilim-Teknoloji Kültür -Sanat Spor Türkiye Türk Dünyası Azerbaycan Kazakistan Özbekistan Kırgızistan Türkmenistan 09/08/2024 18:26 09/08/2024 18:27

A- A+

Türklerin saray mimarisi alanında verdikleri erken örneklerden günümüze pek az kalıntı gelmiştir. Yine de bu kalıntılardan o yapılar hakkında bir fikir edinilebilir. Burada, Anadolu’daki sarayların başlıcalarının tarihsel bir akış içinde tanıtmaya çalışacağız. Bu alanda bildiğimiz en erken örneklerden biri Konya’daki Selçuklu hükümdarlarına ait saraydır. Bu yapıdan yalnızca bir kule kalıntısı günümüze gelebilmiştir. Kulenin üzerinde konsollara dayanan bir balkonu olan kare planlı bu yapı, 12. yüzyıl başında Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan tarafından yaptırılmıştır. Evliye Çelebi bu köşkün duvarlarının içte ve dışta tümüyle sırlı tuğla ve çini kaplı olduğunu yazmaktadır. Kesme taştan yapılmış olan kulenin cephesinde ise içinde aslan figürlerinin yer aldığı iki niş bulunuyordu. Bir başka Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad ise Alanya’da bir yazlık saray inşa ettirmişti. Ancak bu sarayın özellikleri hakkında ne yazık ki, bir bilgimiz yok. Aynı sultan, Kayseri yakınında 1224-26 yılları arasında Keykubadiye olarak bilinen sarayı yaptırmıştır. Keykubadiye Sarayı suni bir göl kenarında üç ayrı yapıdan oluşmaktadır. Bunlar arasında en büyüğü ise tekne tonozla örtülü olan üç nefli yapıdır. Bu yapının önündeki iskele, buranın bir kayıkhane olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yapı kompleksinde ayrıca, dört kemer üzerine oturan bir de mescit bulunuyordu. Dikdörtgen planlı üçüncü yapının ise çinilerle süslü olduğu bilinmektedir. Sultan Alaeddin Keykubad’ın yaptırdığı ikinci saray ise Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubad Abad’tır. Keykubadiye’den 12 yıl sonra 1236’da inşa edilmiş olan bu yapı, daha büyük bir komplekstir. Kubad Abad Sarayı bir avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşuyordu. Günümüze gelen örneklerden, bu sarayın duvarlarının hayvan ve insan figürlü çinilerle kaplı olduğunu öğreniyoruz. Halkın kullanımına açık müesseselerdeki anıtsallığın ve düzenli planın bu saraylarda bulunmayışı ilgi çekici bir özelliktir. Selçuklu sultanları, daha sonra Osmanlılarda da izlenen bir tavırla saraylarının anıtsal olmasına önem vermemişlerdir. Antalya yakınındaki Aspendos antik tiyatrosunun sahne binasını bile bazı değişiklikler yaparak ve çinilerle süsleyerek saray olarak kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir. Osmanlı saraylarından en eski örnek ise Bursa’da Orhan Bey zamanında inşa edilen Bey Sarayı’dır. Günümüze hiçbir kalıntı gelmemiş olan bu saray, daha o dönemde Osmanlı sultanlarına henüz “Bey” dendiği için bu adla anılmaktadır. Yine Bursa’da, I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’un yaptırdığı saray da günümüze gelememiş olan erken bir örnektir. Edirne I. Murad tarafından fethedildiğinde önce sur içinde, Kavak meydanında bir saray yaptırılmıştı. Daha sonra 1450’de Tunca nehri kenarında bir yenisinin yapımına başlanmıştır. Bu sarayın yapımını, ileride “Fatih” ünvanını alacak olan Sultan Mehmed sürdürmüştür. Edirne Sarayı, daha sonra da çeşitli sultanlarca yaptırılan ek yapılarla genişletilmiştir. Fatih’le birlikte önemli bir gelişmeye tanık olunur. Bir kanun ile teşrifak kuralları saptanmış olduğundan, sarayın planı da bu kuralların uygulanmasına elverişli bir biçimde düzenlenmiştir. Nitekim, bu düzenlemenin bir benzeri daha sonra Topkapı Sarayı’nda da yinelenir. Öyle ki, binalara bile aynı adlar verilmiştir. Birbiri ardına sıralanan avlulardan oluşan bu planda, “Harem”de duvarlar arasında ayrı bir bölüm halindedir. Çoğu Osmanlı sultanının gidip kaldığı ve 19. yüzyıla kadar kullanılmış olan Edirne Sarayı’nda 117 oda, 21 divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13 koğuş, 4 kiler, 5 mutfak ve 17 kasrın bulunduğu düşünülerse, yapının büyüklüğü hakkında bir fikir edinilebilir. Ama bu büyüklük, kompleksin yer aldığı arazi açısından düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı saraylarında yapıların hiçbiri, Avrupa saray mimarisinde olduğu gibi, ölçüleri açısından anıtsal değildir. Yapılara insani ölçüler egemendir. Yalın bir mimari içinde oranlarla oluşturulan güzellik, iç süslemeyi ve eşyaların inceliğini ezmez; tam tersine bu eşyalarla olgun bir uyum içindedir. Edirne Sarayı’nın yüksek duvarlarla çevrili iç kısmında, Selçukluların Kılıçarslan Köşkü’ndeki gibi Türk saraylarına özgü bir “Kule-köşk” yer alır. Bu, bir Adalet Kasrı’dır. Aynı birim daha sonra Topkapı Sarayı’nda da karışmıza çıkar. Fatih İstanbul’u aldığında yalnız kenti değil, Bizans Sarayı’nı da yıkıntı halinde bulmuştu. Doğal olarak, hemen bir saray yapımına başlandı. Bu saray, bugün İstanbul Üniversitesi merkezinin bulunduğu alanda, yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde birçok köıkten oluşuyordu. Yalnız bu sarayın da Edirne ve Topkapı saraylarındaki gibi teşrifat kurallarına uyacak biçimde, bir avlular dizisi halinde olup olmadığını bilmiyoruz. Bu saray konusundaki tek kaynak, 16. yüzyıl minyatür ustalarından Matrakçı Nasuh’un İstanbul’u gösteren resmidir. Bu İstanbul resminde saray, Bayezid Camii’nin hemen önünde, dikdörtgen duvarla çevrili bir bahçe içinde yer almaktadır. 1617’de bir yangın geçirmiş ve yanan kısımları yeniden inşa edilmiş olan bu sarayın yerine Abdülaziz döneminde Bab-ı Seraskerî denilen Harbiye Nezareti yapılmıştır. Bu yapı Cumhuriyet’ten bu yana İstanbul Üniversitesi olarak kullanılmaktadır. Fatih, Eski Saray’dan sonra Bizans akropolünün bulunduğu yerde iki köık yaptırmıştır. Bunlardan biri de bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri bahçesindeki Çinili Köşk’tür. Osmanlıların saray mimarisi alanındaki en önemli yapısı ise, hiç kuşku yok ki, Topkapı Sarayı’dır. 1472-1478 yılları arasında yaptırılmış olan saray, tahta geçen hemen her sultanın eklettiği binalarla gittikçe genişleyip büyümüştür. Topkapı Sarayı bu özelliğiyle Osmanlı mimarisi ve süslemesindeki üslup değişimlerini içeren bir kolleksiyon gibidir. Saray, bir eksen üstüne sıralanmış büyük avular ve bunların çevresine yerleştirilmiş mekanlardan oluşmaktadır. Bab-ı Hümayun adlı ilk kapıdan sarayın birinci avlusuna, Bab-ı Selam’dan da ikinci avlusuna girilir. Solda kubbealtı, onun hemen arkasında da sultanın kubbealtı toplantılarını kafesli bir pencereden izlediği Adalet Kulesi vardır. Buna bitişik binada ise devlet hazinesi korunur. Avlunun sağında da kubbe ve bacalarıyla saray mutfakları yer alır. Avlunun solundaki meyilli yoldan ise, Has Ahırlar’ın bulunduğu taşlığa inilir. Bab-ı Selam’dan sonra gelen Bab-ı Saade ya da Akağalar Kapısı ise, sarayın “Birun” denen dış kısmı ile “Enderun” denen iç kısmını birbirinden ayırır. Bu kapının önü çeşitli törenler için kullanılmıştır. Tahta çıkışı izleyen törenler, bayramlarda sultanın tebrikleri kabulü, serefe çıkıştan önce sultanın Sancak-ı şerif’i başkumandana teslimi hep bu kapının önünde yapılırdı. Akağalar Kapısı’ndan geçince karışmıza gelen Arz Odası’nda, sultan yabancı devlet temsilcisi elçileri kabul ederdi. Elçi heyetinin getirdiği hediyeler de köşesinde lake bir taht bulunan Arz Odası’nın bir kapısından padişaha sunulur, öteki kapıdan çıkarılıp içeri alınırdı. Arz Odası’nın bulunduğu avluda Ağalar Camii, sultanın özel hizmetinde olanların koğuşu ve III. Ahmet’in yaptırdığı kitaplık yer almaktadır. Bu avluda ayrıca, sultanın özel hazinesinin bulunduğu bölüm ve Fatih döneminden kalma Has Oda bulunmaktadır. Has Oda’da günümüzde “Kutsal Emanetler” sergileniyor. Bundan başka, Sarayburnu yönünde ise Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Mecidiye Köşkü, Sofa Köşkü gibi yapılar bulunmaktadır. Öte yandan, deniz kenarında bugün bulunmayan daha birçok köşk vardı. Bunlardan, tam boğaza bakan bir tanesinde kapının iki yanında toplar asılı idi. “Toplu Kapı” denen bu yapının yerine III.Ahmet zamanında ahşap bir köık yapılmış, adına da “Topkapı Sarayı” denmiştir. ılerleyen yıllarda da bu ad, bütün saray için kullanılmaya başlanmıştır. Adalet Kulesi’nin ardında kalan ve Haliç’e bakan meyilli arazi üzerinde ise Harem kısmı bulunmaktadır. Bu bölüm belirli bir plana uyulmadan birbirinin önüne, yanına yapılmış ek ve binalardan oluşmaktadır. Öte yandan sarayın bu kısmında, meyilli araziye uymak için çeşitli mimari çözümler de denenmiştir. Sevinçli, görkemli ama bir o kadar da acı olayın yaşandığı Topkapı Sarayı, hem devletin idare edildiği bir merkez hem sultanın evi, hem de çeşitli törenlerin yapıldığı yer olarak çok değişik işlevler yüklenmiştir. Topkapı Sarayı, içindeki birçok değerli eşya ve yapıtla birlikte 1924’te halkın ziyaretine açılmış ve bir “Müze-Saray” kimliği kazanmıştır. Manisa, III. Mehmed’e değin şahzadelerin hükümdarlığa hazırlandığı, adeta staj yaptıkları yerlerden biriydi. şahzadeler Manisa Sarayı’nda devlet idaresinin küçük bir modelini yaşıyorlardı. Bundan dolayı da bu yapı, merkez sarayın küçük bir örneği durumunda idi. Günümüze gelmemiş olan bu sarayın çift sayfa üzerine yapılmış minyatür bir resmi, şehnamei Âl-i Osman adlı yapıtta yer almaktadır. IŞI. Selim zamanında bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın yerinde Hatice Sultan için, Melling’e bir saray yaptırılmıştı. Beşiktaş Sarayı denen bu yapı, Sultan’ın Batı’daki ileri teknolojiye ve kültüre duyduğu hayranlığa dayanılarak yeni bir anlayış ile gerçekleştirilmişti. Penceresinden balık tutulabilecek kadar deniz kıyısında yer alan bu saray 1815’te yanmıştır. Bunun üzerine Beşiktaş Sarayı, Sultan II. Mahmud tarafından ahşap olarak yeniden inşa ettirilmiştir. Sultan Abdülmecid ise 1853’te bu yapıyı yıktırarak içi ahşap, dışı kagir Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Dıştan Avrupa saraylarına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nda Batı mimari üsluplarının bir karışımı söz konusudur. Sarayın selamlık kısmı, öteki saraylarda devlet işlerinin görüşüldüğü bölümlerin işlevini yüklenmiştir. Topkapı Sarayı’nda Bab-ı Saade önünde yapılan törenlerin çoğu ise burada “Muayede” salonunda yapılmakta idi. Çok gösterişli ve büyük olan bu salondan başka, ramazanlarda teravih namazlarının kılındığı, dini sohbetler ile padişahların kızkardeşleri ve kızlarının düğünlerinin yapıldığı, padişahın harem halkının bayram tebriklerini kabul ettiği salonlar da vardır. Bu salonlar bir yanda harem bahçesine, öte yanda da denize bakan pencerelere sahiptir Dışı her ne kadar Avrupa saraylarına benzese de Dolmabahçe Sarayı’nın içi Türk İslam yaşamına uygun bir biçimde düzenlenmiştir. Sarayda Minderli Oda, Namaz Odası, Ders Odası gibi geleneksel yaşantıya uygun mekanlar da bulunmaktadır. Yapının iç mekanı bu geleneksel birimleri kuşatacak biçimde düzenlenmiştir. Dolmabahçe Sarayı bütünüyle ele alındığında, Türk yalı ve ev mimarisinin Avrupa mimarisiyle olan ilginç birleşimini sergilemektedir. Saray, devletin içinde bulunduğu sıkıntıyı unutturmak istercesine görkemli bir biçimde ele alınmış, bu nedenle de çok büyük bir mali yük getirmiştir. Sarayın biri yol üstünde, öteki kara tarafındaki iki kapısı, büyüklükleri ve aşırı yüklü süslemeleriyle içerideki görkemi adeta dışarı yansıtmaktadırlar. İstanbul Boğazı’nın karış yakasında ise Beylerbeyi Sarayı yer almaktadır. Beylerbeyi Sarayı da ahşap yapının yerine 1865 yılında yaptırılmıştır. Beylerbeyi Sarayı Dolmabahçe’den daha küçük boyutta olmasına rağmen, süslemesi ve içindeki eşya açısından son derece gösterişlidir. Bu gösteriş, sarayın Mavi Sütunlu Salonu’nda açıkça gözler önüne serilir. Mermer taklidi süsleme bu gösterişi desteklemektedir. Sarayın yemek salonu ise, o dönemde Osmanlıya artık iyice yerleşmiş olan Avrupa etkilerini yansıtır. Burada Batı biçimi yemek kurallarına uygun bir mekan söz konusudur. Beşiktaş ile Ortaköy arasında, Abdülmecid tarafından eski bir sarayın yerine inşaatına başlanan Çırağan sarayı ise, Sultan’ın ölümü üzerine Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır. ıçindekilere mutlu günler yaşatamamış olan bu saray, 1910’da yanarak günümüze ancak dört duvar halinde gelebilmiştir. Eski fotoğraflarının yanı sıra içinde yaşayanların da anlattığına göre, Çırağan Sarayı iç süsleme açısından öteki son dönem saraylarının hepsinden daha güzel imiş. Bu güzelliğin bir örneği ise, buradan alınarak şale Köıkü’ne götürülen ve bugün Arabesk Oda’yı süsleyen sedefli kapılardır. Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan saraylarının hepsi deniz kıyısındadır. Oysa Yıldız Sarayı, denizden uzak bir tepede eski bir “Saray-Köşk”ün bulunduğu yerde kurulmuştur. Büyük Mabeyn, Abdülaziz tarafından Beylerbeyi Sarayı’na benzer bir yapı olarak yaptırılmıştır. Sultan Abdülhamid ise kendini daha güvencede hissettiğinden buraya yerleşmiştir. Bundan sonra da saray, birçok köıkün arka arkaya yapılması ile genişleyip Yıldız Parkı içine yayılmıştır. Yıldız Sarayı da Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda ulusun malı olmuştur. Günümüzde ise restorasyon çalışmalarına sahne olan Yıldız Sarayı, yeniden değerlendirilerek kamuoyuna açılmaktadır. Bu büyük sarayların yanında Küçüksu, Ihlamur, Aynalıkavak gibi günlük kullanım için yapılmış olan küçük kasırlar da İstanbul’u süslemektedir. 

KAYNAK: NURHAN ATASOY

YORUM YAP

RÖPORTAJLAR TÜMÜ